Mana-i Harfi
Risale-i Nur: Kanun-u Rahmet
Yokluk, yok olma korkusu, hayatımızın belki de en azap verici duygusu. Oysa, ayrılıklar ve kayboluşlar günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Her gün televizyonda verilen trafik kazası haberleri, çatışmalar, gasplar, ölüler ve yaralılar… Kaybolan bir eşyamız, sabah kalktığımızda solmuş olarak bulduğumuz çiçeğimiz, ölen kuşumuz ve yakınlarımızdan aldığımız ölüm haberleri hayatımızın yoklukla iç içeliğini hatırlatan yönleri.
Ruhumuzda ise ebed arzusu, ölümsüzlüğe büyük bir iştiyak var. Hiçbir şeyin yok olmasına, hatta zarar görmesine razı olamıyoruz. Her şeyin muhtaç olduğu, hiç bir şeye muhtaç olmayan Samed’i yansıtan kalbimizin “Ebed!, Ebed!” nidaları özellikle ayrılık, firak ve acziyet anlarında daha net işitiliyor. “Kanun-u tahsin ve cemâl”in işleyişi ile güzelliğe, olgunluğa doğru yol alış ve bütün varlıklarda gözlenen tekâmül neticesindeki soluşlar ve ölüşler, ruha çok ağır geliyor, ruhta derin yaralar açıyor. Pek çok şarkı, türkü ve edebi sanatlar yoluyla ortaya konan ifadeler bu derin yaraları, tahammülü çok zor ızdırabları dile getiriyor. İnsan fıtratındaki ayrılık ve yokluğa olan bu isyan, ondaki ebed arzusunun, yoklukların olmadığı bir alem arayışının en açık delili.
Zahiri ayrılıklar, ölümler ve mülk aleminden kayboluşlar varlıkları görüp gözeten, en küçükten en büyüğe her şeyin her ihtiyacına cevap verip onları kemal noktasına sevk eden Zat’ın hikmetle iş yapmasıyla çelişir gibi gözüküyor. Bu durum sanki bir ressamın özene bezene yapığı, çok büyük emek sarf ettiği tablosunu en güzel haline getirdiğinde parçalaması, ya da ateşe atması gibi bir hal. Sanki bu durum, varlıklardaki işleyişin en incelerinde kendini gösteren hikmetle bağdaşmıyor. Yaratıcı, mahlukatını ressamın tablosunu sevdiğinden çok daha fazla seviyor ve sevdiğini ifade ediyor. Yani onlara sıkıntı vermez, onları üzmez ve kesinlikle zulmetmez. Öyle ise bu ölümler, ayrılıklar ve kayıplarla ortaya çıkan çelişkinin bir izahı, bu garip muammanın bir çözümü olmalı.
Aslında, varlık alemindeki ince bir sırda yatıyor bu çözüm. Varlıkların meylettiği güzellik ve kemal, onlardaki olgunluk, nihayetinde mana için, esmayı ifade için var. Güzellik ve gözükmek ekseninde gerçek kemali, esmayı ifade ettiklerinde, ayinelerde manaya dönüştüklerinde buluyorlar. Hem Halık-ı Zülkemal’in en inceliklere ulaşan “nazar-ı dekaik aşina”sında hem de şuur ve ruh sahiplerinin nazarlarında ve ayinlerinde malara dönüşüyor. Baki olan bir Yaratıcı’nın nazarına ulaşan mana da beka kazanacağına göre çok küçük bir zaman dilimde, göz açıp kapayıncaya kadar yaşayan ve mekanın en kuytu köşelerinde, kainatın kimsenin göremeyeceği yerlerinde hayat ve varlık gerçeği ile tanışan sinek de beka kazanıyor. Her bir çiçeğin güzellikleri, baharın en ince nakışları, hayat sahiplerinin ömürleri boyunca sergiledikleri her enstantane, bu anlamda bir beka kazanıyor. Bu manaların yansıdığı ayineler yani ruhlar da ayrı bir bekaya mazhar oluyorlar. Ruha ulaşan bütün ifadelerin hafıza ile kaydı bu muhafazanın, kaydın ve bekanın bir işareti. Yok oluyormuş gibi gözüken, kaybolan, ayrılan yalnızca maddi boyut, mülk alemindeki ifadeler ve cesetler. Manalar muhafaza edilip bekaya mazhar oluyor. Kaybolan, dağılan, bozulan, yıkılan eşyanın gerisinde esma hep baki, Zaten aslolan esma değil mi? Varlığı zaten farazi, itibari olan, muallak, muğlak eşyanın zahiri yok oluşu, manasının muhafazası ile gerçek varlığı buluyor olmalı. Ressam da tabloyu yaptığı boyaları değil, tabloyu muhafazaya çalışacak, hatta elinden gelse bu tabloyu seyredenlerin zihinlerinde oluşan manaları, hayranlıkları çok daha büyük bir istekle muhafaza edecektir. Sani-i Ezeli’nin ruh sahiplerine beka vermesinin gerisinde de bu ince sır yatıyor olsa gerektir. Tablo yapıldıktan sonra boyaların bir anlamı kalmayacak, bir sonraki boyutta manasını ifade ettikten sonra tablonun da bir anlamı kalmayacaktır. Aynı yaklaşımla her an, zamanın varlıkla yokluğun üst üste bindiği en küçük dilimlerinde, sonsuz ihtimaller arasında mükemmeli ve en güzeli netice verecek şekilde bir araya gelmeleri ve ardından kaybolmaları, baharın ardında yazla gelen kemal ve sonbaharla soluşlar, hazanın getirdiği hüzünler, tüm varlıkların hatta kainatın kıyametle yok oluşu, asli boyutu ile yok oluş değil gerçek varlığı buluştur. Zaten tebei, farazi, itibari varlıklar cesetten sıyrılıp manaya dönüşmüş ve gerçek varlık boyutuna ulaşmış olurlar. “Yok, yok olsa, var olur” hükmü de bu mana ile tam denk düşmektedir.
İşte, bütün bu yönleri ile ele alındığında hep en güzel, en mükemmel yaşanmaktadır. Her şey sonsuz rahmetle gayet uyumlu cereyan etmektedir.
Zulüm gibi, eksiklik gibi, çelişki gibi gözlenen haller bakışımızdaki eksiklikten, manayı kuşatmadaki acziyetimizden kaynaklanmaktadır.
Sani-i Zülkemal’in bir zerrenin vücuda gelişinden kainatın işleyişine, en küçük karıncadan en büyük insana hiç bir canlının hayatının hiçbir halini, hiçbir anını israf etmeyişinde, her şeyi manaya dönüştürmesinde sonsuz bir rahmet gözlenir. O rahmet ki, her şeyi, her anı manaya dönüştürerek bakileştirmekle kalmaz, burada yaşayan cismani nimetler hatırına cismaniliği de Cennet’le bakileştirir. Burada yenen meyveler zahiren yok oluyor gibi gözükürken, ardından gelen hamd ve şükür ebedi ve yok olmaz bir Cennet meyvesine dönüşür. Varlıkların yoklukla beka bulmasında, hiçlikle sonsuzluğa ulaşmasında her bir halin gerisinde hasıl olan mana ile hiçbir oluşun, “kün” tezgahının mahsulü hiçbir nakşın israf edilmeyişinde, bütün bu güzelliklere rağmen Cennet gibi bir nimetin vaad edilişinde çok büyük bir “kanun-u rahmet” kendini hissettirmektedir. Rabbimiz bizi sevmekte, varlıklar lisanı ile ifade edilen bu tebessümvari hallerle sevgisini ifade etmektedir. Kainat ve onun her anı gibi bir genişlikte tebessüme muhatap olan kula ayrılıklar, hüzünler, yokluklar-mülk boyutunun getirdiği insani zaafların, fıtri reaksiyonların dışında-büyük bir acı veremez, hiçbir şey onulmaz yaralar açamaz. Çünkü rahmet bir kanundur, varlıklar ve anlar adedince sağanak yağmakta, varlığın her anını, her yerini kuşatmaktadır.