Mana-i Harfi
Risale-i Nur: Tahavvülat-ı Zerrat Şerhi-20
Hayatımız Film Gibi
“İşte İmam-ı Mübin’in imlası ile yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye icad-ı eşyada her biri birer ayât olan silsile-i mevcudatı Levh-i Mahv, İsbat denen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekat-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan mevcudat, alem-i gaybdan alem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekattır.”
Şu ana kadar varlıkların ve bütün mavcudatın aslının ilim olduğunu ve her şeyin alem-i şehadete çıkmadan önce ve gördüğümüz alemden çıktıktan sonra ilmi düzeyde varlığını sürdürdüğünü ifade etmiştik. Görülen alem yada alem-i şehadet ilmi şekilde var olanların insanlar ya da şuur sahibi varlıkların algılarına uygun şekilde ifadesi olarak kabul edilebilir. Aslında, mevcut dediğimiz şeyler, elle tutulup gözle görülenler, algılarımız olmadan bir anlam ifade etmiyor. Mesela gözleri görmeyen bir insan için çevredeki görüntülerin var veya yok olması aynı şey. Karanlıkta bizler için de aynı durum geçerli. Kulak olmadan seslerin, ciltteki algılayıcılar olmadan cisimlerin katılığının, burun olmadan kokuların varlığından bahsedemeyiz. Yani çevremiz, alemimizde, bizimle varlık konumuna çıkıyor. Rüyalarımız, hayallerimiz, hafızalarımızda yer eden pek çok şey, tasavvurlarımız varlığın maddeden ibaret olmadığına işaret ediyor. Yaratıcı-varlık-insan üçlüsünün birbirleriyle ilişkisi, yazar-kitap-okuyucu ilişkisine benziyor. Yazarın ilminde bulunanlar yazılarıyla okuyucunun anlayacağı şekle dönüşüyor. Hatta okuyucunun anlayamayacağı bir dilde, onun bilmediği harflerle yazılan bir kitabın okuyucunun algılarına hitap edebilmesi, manaya dönüşebilmesi için anlayabildiği şekle tercüme edilmesi şart. Yani okuyucunun algı alemi, bu algı alemini manaya dönüştüren bilgi birikimi ile, yazarın ilmindekilerin ifade ediliş şekli örtüşünce ancak, yazarın muradı olan manalar okuyucunun ruh ayinesinde makes bulabilir.
Kainat da böyle bir kitap gibidir. Varlıklar o kitabın harfleri; kelimeler, cümleleri şeklinde algılanmalıdır. Ancak bu şekilde güzelliğin gözükmesi ve şuur sahiplerinin takdirine sunulması muradı gerçekleşebilir. Kainat kitabının özelliği; okunduğu anda yazılması, anında ilme dönüşmesidir. Bu durum ise bir bilgisayar network ağının iki ucunda bulunan yazar ve okuyucunun konumuna benzer. Yazarın ilmindekiler bilgisayara aktarılıp, okuyucunun ekranında belirir. Ancak ekrandakiler sürekli durmamakta sadece manayı ifade edebilecek küçük birimler şeklinde görülebilmektedirler. Yani ardarda gelişlerin okuyucunun algı aleminde kopukluğa yol açıp, sürekliliği bozmadığı ancak, harflerin, kelimelerin ve cümlelerin de kalıcı olmadığı süreklilik, aktiflik ve güncellik olan bir yazar-okuyucu ilişkisi içinde manalar aktarılmaktadır.
Yazının okuyucu tarafından anlaşılabilmesi için yazıldığı dilin kuralları ve kelimeleri bilinmelidir. Gramer kuralları, imla kuralları kalemin ucundan çıkan ya da klavyelerde oluşturulan şekilleri manalara, harflere dönüştürürler. Bu yönüyle yazılanların konuşulanlardan veya beden dili ile ifade edilenlerden pek de farkı yoktur. Özde olan bir ilim ya da bilgi alışverişi ya da iletişimdir. Fark bir tür yazılı ve sesli yayın farkıdır. Bu anlamda kainat bizlere yani algıları ile gördüklerini, okuduklarını, işittiklerini ilme ve manalara dönüştürecek olanlara bir tablo, bir kitap, bir hitaptır. Bu kitabın imlası, kader dediğimiz kavramı oluşturan varlık aleminin işleyiş kuralları, “kaderin hükmü ve düsturu”dur. Bir harfi oluşturan eğimler ve kıvrımlarla, bir kelebeğin kanatlarını oluşturan eğimler bu anlamda pek farklı değildir. Ancak, kainat canlı, hareketli bir kitaptır. Bu yönüyle ifadeler bir süreç içinde ve insan tarafından zaman kavramının algılanacağı şekilde ortaya konmaktadır. Zaman ise varmış gibi düşünmemiz gereken, misali bir sayfada yapılan değişimlerden ortaya çıkan değişimlerin ardarda gelişi “hareket” kavramını oluşturur. Hareketin ise ruhumuza yansımasından, algılayışımızdan, alemimizde olan değişimlerle mukayesesinden bir hız ve zaman manası oluşur. Bir oluşum ya da bir olay bir başkası tarafından takip edildiğinde onu çevreleyen diğer olaylarla mukayesesi sonucu bir değişim ve bu değişimin diğer değişimlerle mukayesesi içinde zaman dediğimiz kavram ruh alemimizde oluşur. Bunu Albert Einstein, “İzafiyet Teorisi” isimli eserinde şöyle izah etmektedir: “Tren yolumuzun üstünde birbirinde uzak A ve B noktalarına iki yıldırım düştüğünü düşünelim. Buna bir de iki yıldırımın aynı anda düştüğünü ekleyelim. Bu cümlenin her hangi bir anlamı olup olmadığını sorduğumda, bana kararlı bir biçimde ‘evet’ cevabını vereceksiniz. Ama eğer sizden cümlenin anlamını daha dikkatli açıklamanızı istersem, biraz düşündükten sonra bu sorunun ilk bakışta göründüğü kadar kolay olmadığını fark edeceksiniz.
“Biraz zaman geçtikten sonra belki de aklınıza şu cevap gelecek: ‘Cümlenin önemi, başlı başına ve yeterince açık, daha fazla açıklamaya gerek yok. Tabii iki olayın aynı anda olup olmadığını gözlemle kararlaştırma olayı bana verilseydi, biraz düşünmem gerekirdi.’ Şu nedenden dolayı bu cevap benim için yeterli değil. Eğer dahiyane bir meteorolog yıldırımın A ve B noktalarında aynı anda düşmesi gerektiğini keşfetseydi, o zaman bu kuramsal sonucun gerçeğe uyup uymadığını kontrol etme göreviyle karşı karşıya gelecektik. ‘Aynı anda’ kavramın geçtiği tüm fiziksel cümlelerde aynı zorlukla karşılaşırız. Gerçekte bunun olup olmadığını keşfetme olanağına sahip oluncaya dek böyle bir kavram fizikçi için yoktur. Bu nedenle bize böylesine bir durumda deneyle her iki yıldırımın da aynı anda düşüp düşmediğine karar verecek bir yöntem getiren bir aynıandalık tarifine ihtiyacımız var. Böyle bir ihtiyaç karşılanmadıktan sonra, eşdeğerlilik kavramına bir anlam verebildiğimi sandığım zaman bir fizikçi olarak (fizikçi olmasam da durum değişmeyecek) kendi kendimi kandırdığımı düşüneceğim. (Bu noktada tam bir açıklığa kavuşmadıkça okuyucudan daha ileri gitmemesini rica edeceğim.)
“Bir süre düşündükten sonra aynıandalığı ölçmek için şu öneriyi getireceksiniz: Rayların üstünde A ve B noktalarını birleştiren çizgi ölçülmeli ve A-B uzaklığının orta noktası M’ye bir gözlemci konmalı. Gözlemciye A ve B noktalarını aynı anda görebileceği bir düzenek (örneğin 90° açıyla iki ayna) sağlanmalı. Eğer gözlemci yıldırımların aynı anda düştüğünü görürse o zaman bunlar aynı andadır.
“Bu öneriyi çok beğendim. Ama yine de sonuca çözülmüş gözüyle bakamıyorum. Çünkü şöyle bir itirazın ortaya çıkacağını düşünüyorum: ‘Eğer M noktasındaki gözlemcinin görmesini sağlayan ışığın A noktasından M noktasına geliş hızının B’den M’ye geliş hızıyla aynı olduğunu bilseydim tarifiniz doğru olacaktı. Ancak böyle bir tahminin incelenmesi, ancak elimizde zaman ölçen aletler olsaydı mümkün olabilirdi. Burada sanki bir kısır döngü içerisinde hareket ediyormuşuz gibime geliyor.’
“Biraz düşündükten sonra haklı olarak bana bakacak ve şöyle diyeceksiniz: ‘Yine de eski tarifimde direniyorum. Çünkü gerçekte ışık hakkında hiçbir şey varsayılmıyor. Aynıandalığın tarifinden sadece bir tek şey isteniyor, o da bize her gerçek durumda tarif edilen kavramın olup olmadığı konusunda deneysel bir karara varmamızı sağması. Tarifimin bu ihtiyacı karşıladığı tartışma götürmez. Işığın A noktasından M’ye gitmek için harcadığı zamanın, B noktasından M’ye gitmek için harcadığı zamanla aynı olması, aslında ışığın fiziksel özelliği üstüne ne bir tahmin, ne de bir varsayımdır. Bu aynıandalık tarifini yapabilmek için kendi isteğimle ileri sürdüğüm bir koşuldur.’
“Bu tarifin sadece iki olayın anlamını kavramak için değil, referans cismine göre -burada raylar- (A, B ve C olayları değişik yelerde; A, B ile aynıandalıklı B, C ile aynıandalıklı olacak şekilde oluşturulduklarında, A ve C olaylarının aynıandalıklı ilkelerinde yerine getirilmiş olduğunu varsaymaktayız. Bu, ışığın yayılma yasası üzerine fiziksel bir varsayımdır. Boşlukta ışığın hızının sabitliği yasasını korumak istiyorsak bu, kuşkusuz gerçekleşmelidir) olayların durumlarından bağımsız olarak istediğimiz sayıda olayda kullanılabileceği açıktır. Böylece fizikte “zaman”ın tarifine de varmış olduk. Bunun için aynı yapıdaki saatlerin raylar (koordinat sistemi) üstünde A, B ve C noktalarına konulduğunu ve bunların ibrelerinin aynı zamanda (yukarıdaki anlamda) aynı olacak biçimde ayarlandıklarını varsayalım. Bu koşullar altında bir olayın “zaman”ından, olayın hemen yanındaki (uzaydan) bu saatlerden birinin üstünde okunan işareti (yelkovanla akrebin durumu) anlıyoruz. Bu şekilde gözlenebilen her olaya bir zaman değeri verilebilir.
“Bu koşul, başka bir fiziksel varsayımı da içerir ki, aksini gösteren deneysel bir kanıt olmadığı sürece geçerliğinden kuşkulanılmaz. Aynı yapıya sahip oldukları takdirde bu saatlerin aynı ölçüde ilerledikleri varsayılmıştır. Bir referans cisminin iki değişik noktasına durağan olarak yerleştirilen iki saat, birinin göstergelerinin özel konumunun diğerinin göstergelerinin aynı konumu ile aynıandalığı (yukarıdaki anlamda olacak şekilde) ayarlandığında aynı ‘ayarlamalar’ hep aynıandalıklı (yukarıda tanım anlamında) olacaktır.”
Einstein, daha sonra “Aynıandalığın Göreceliği” ile devam etmektedir. Aslında işin içine algıların, his yanılmalarının, hormonlar ve elektrolitler ile etkilenen bir insan yapısının girdiği bu alemde olayların bir “subjektif” yanı yani kişinin özelliklerinden etkilenen, belki yalnızca o kişiye has olan yanı hep olacaktır. Diğer taraftan ölçümler hassaslaştıkça “aynıandalık” kavramının doğruluğu da geçerliliğini yitirebilecektir.
Sözgelimi, normal bir saatle ölçümde ve gözlemle çizgiyi aynı anda geçtiği görülen iki atlet daha hassas gözlem araçları ve ölçümü daha hassas bir kronometre ile değerlendirildiklerinde birinin daha önde olduğu anlaşılacaktır. Ölçümdeki hassasiyetin nereye kadar varabileceği konusunda ise bir sınır yoktur. Öyle ise “kesinlik”, “tam ölçüm”, “daha ötesi olmayan hassasiyet” mümkün değildir. Bunu fizikî anlamda sağlasak bile biyolojik faktörler üzerinde etkilerimiz çok sınırlıdır. Şu halde ortaya çıkan sonuç, “zaman”, “aynıandalık”, “öncelik”, “sonralık” gibi kavramlar bize yaşatılan, harici vücut giydirilmemiş ifadelerdir. Bu harici vücudu olmayan ancak alemimize girmiş, bizi yakından ilgilendiren kavramlar, “misal alemi”ni teşkil ediyor olmalıdır.
Bu alamda, zaman da misali” bir kavramdır. İfade edilişi ise harici vücudu olan varlıklardaki değişimle olur. Saatin ölçümleri de, eşyada değişimler de, varlık alemindeki işleyişlerin birbirine göre mukayesesi de neticede ruh ayinesinden manalara dönüşür ve bu manaların oluşumu için gerçekleşiyor olmalıdır. Manaların ifadesine zemin teşkil ettiği için de zaman sanki bir sahifeye dönüşür.
Zamanın varlık aleminde zerrelerle ifadesi ise bir televizyon veya bilgisayar ekranındaki görüntü kıyası ile belki daha kolay anlaşılır. Bu ekranlar arka taraftan çarpan taneciğin görüntüye dönüştüğü bir özelikte imal edilmişlerdir. Televizyonu açtığınızda yayın yoksa, siyah beyaz noktaların teşkil ettiği bir karıncalanma gözlersiniz. Eğer bir kanalın yayınını bulmuş ve bir film seyrediyorsanız, şu durum gerçekleşmektedir: Senaristin zihninden geçenler, yönetmenin maharetiyle harici vücudu olan bir şekle dönüştürülmüş ve orada bekleyen bir çok teknik işlemle senaryo yazarının iradesi ya da zihnî işleyişi televizyonunuzun manyetik plakalarına yansıtılmıştır. Bu plakalar artık senaryo yazarının dili, zihnindekileri ifade eden organlar gibi olmuşlardır. Tanecikler oluşturulur ve iradenin manyetik alana dönüştürüldüğü plakalar arasından ekran levhasında görüntüye dönüşür. Ardarda gelen karelerle, birbirini takip eden levhalarla senaryo yazarının zihnindekiler sizin aleminize ulaşan ifadelere dönüşür. Ekranın gerisindeki ise yalnızca kaynaşan, ekran boşken gördüğümüze benzer taneciklerdir. Her bir levhadaki değişimlerin birbirine olan irtibatının sonucunda bir mana çıması ise “hareket” ve “zaman” dediğimiz kavramları teşkil eder.
Bu yaklaşımdan hareketle kainatı ve muhatabı olduğumuz varlılar alemini de naklen yayına benzetebiliriz. İlm-i İlâhidaki manalar zerrelerin melekût levhalarından geçip esir ekranında görüntüye dönüşümleri ile gaybdan şehâdete, ilimden kudrete, manalardan ifadelere dönüşüyorlar. Esir ekranında ard arda oluşan tablolarda da kopukluk yok. Her bir levhada manalar oluştuğu ve ibda boyutunu teşkil ettiği gibi, ard arda gelen levhaların birbiri ile münasebetinden de manalar oluşuyor ve inşa boyutunu teşkil ediyor. İnşa boyutu varlıların değişimlerini, hareketlerini haricî aleme yansıtıp, ruhlarda manaları üretirke,n “zaman” da inşa edilmiş oluyor.
Zerrelerin hareketi ve halden hale geçişleri ise, manyetik alan oluşturan levhalar arasındaki tanecilerin yayın sonucu antene ulaşan elektromanyetik dalgaların ifadelerine göre yön belirlemeleri, şekil almaları gibi melekût boyutundaki mukaddes yayınların esma levhalarına ulaşması ve bunlar arasından geçerken alınan tavırlar ve etkilenimler olsa gerek. Bütün bu işleyişler ve esir ekranına yansıyanlar ise İmam-ı Mübin senaryosu ile cereyan ettiğinin izlerini sergilemektedir. Yalnız bu yayın helogram benzeri üç boyutlu ve görüntülerin iradeli olduğu, naklen yayında senaryonun oyuncuların anlık iradeleri doğrultusunda şekillendiği bir filmdir. Ancak senaryo yazarı, Kadir-i Küll-i Şey, Alîm-i Mutlak, zaman ve mekânla sınırlı olmadığı için filmi daha önce seyretmiş gibidir. Olacakları daha görüntü haline gelmeden bilmektedir.