Şerh ve İzah
Küllî irade ve esbab
Tabiatta gözlemlenen zahiri sebep-sonuç ilişkisinin esasının “iktiran”-bir aradalık-olduğunu kavrayan bir mümin hadisata nasıl bir gözlükle bakacaktır?
Zahiri sebeplerin gerçek sebepler olmadıklarının anlaşılmasının kayıtsız bir teslimiyete yol açacağı sanılmamalıdır. Esasen Yaratıcı dünyada da, zahiri sebeplere gerek duymaksızın “uhrevi alemde olacağı gibi” hikmetini geri plana alarak, doğrudan Kudretin tecellisiyle “yoktan yarattığını” görünür kılabilirdi.
Bilindîği gibi İslami literatür, yüce Yaratıcının “inşa ve ibda” suretinde iki tür yaratma biçimi olduğunu vurgular.(Bkz. Bediüzzaman, 23. ve 26. Lem’a) İnşa tipi yaratmada, mevcut varlıklara yeni örgülenmelerle farklı vücutlar vermek söz konusu iken, ibda suretinde yaratmada varlıklara “hiç yoktan” vücut giydirilmektedir. Yaratıcı ibdayı maddenin özüne gizlemiş, inşayı ise dışında yansıtmıştır.
Cisim ötesi vücutlar ise tanımından da anlaşılacağı üzere, ibda suretinde bir yaratmanın sonucudurlar. Yüzeysel ve cismani nazar, varlığın inşa suretinde yaratıldığını düşündürür ve gösterirken, Quantum mekaniği, maddenin madde dışı bir boyuttan—maddi boyuta göre yokluk aleminden—sıçrayarak vücuda geldiğini, yani yaratılışın özde ibda suretinde-yoktan olduğunu tespit eder.
Yaratıcı taktir etse idi insanlar—yalın kaldığında ruhlarının yapabildiği gibi—vücudun yoktan var edildiğini kavrayabilirlerdi. Ancak Yaratıcı dünya aleminin “imtihan platformu” olmasını takdir etmiş, bu platformda sayısız esrarı pek çok hikmetlerle gizlemiştir.
İnsan hareket halinde aralıksız inkişaf eden bir mahluktur. Hem insanın zati fıtratı hem de bu varlığın içerisine gönderildiği mekân, böyle bir inkişafa insanın iradi tercihiyle imkân tanıyacak şekilde var edilmeliydi. Maddi veya manevi zenginliğin şahsa değer ve ehemmiyet kazandırması, ancak şahsın bu değerlere kavuşmak için çırpınmasıyla söz konusudur. Alın teriyle kazanılmayan zenginlik, ilim gibi bütün değerler ne bunlara sahip olanlar tarafından ne de diğerleri tarafından saygı ve önem ithamının gerçek kaynağı olamaz. Oysa, yüce Yaratıcı koca kâinatı bir tarafa, en çok sevdiği mahluku insanı ise bir başka tarafa koymakta; küçücük insan, hayalin kavrayamadığı cismani evreni bile aşarak, doğrudan Yaratıcısının şefkatine ulaşabilmektedir.
Şu halde insan, sürekli öğrenebilmelidir. Bunun için fıtratında ve kâinattaki bilinmezlikler yaratılmalıdır. İnsan düzenli bir şekilde çalışmalı, çalışmanın sonucunun ecrini görebilmelidir. Bunun için zahiri bir sebep sonuç ilişkisi gereklidir. İnsanın kendisine verilene liyakati için istemesi gerekir. Atıl bir şekilde oturarak istemekle, verilene liyakat kesbedilemez. Zahiri sebeplerin ihdas edilmesi fiili dua istemek-anlamında bir çırpınışı zorunlu kılar. Hayatın durağanlığının önüne geçilmesi, bir çırpıda geçecek dünya hayatının heyecanlı meşguliyetlerle dolu olması, insan için bir saadet kaynağıdır da…
Mümin, zahiri sebepleri reddetmez. Ancak Yaratıcının esbabın arkasındaki hakiki sebep olduğunu görür, ilim vasıtasıyla “harfi manayı” yakalamaya çalışır. Madde üzerindeki Bediüzzaman’ın tabirince “eser-i itkan-ı san’at” sanattaki var edicisini kabule zorlayacak harika örgülenmeler-pürüzsüzlükler keşfedildikçe tarifsiz bir heyecan kaynağı olurlar. Müminler sebeplere bütün güçleriyle sarılırlar ancak sonucu hiç bir zaman sebeplerden beklemezler. Sonucun Yaratıcının külli iradesinin kendi cüz’i iradelerini kabulüyle gerçekleştiğini bildiklerinden, istediklerini verene büyük bir sevgi ile bağlanırlar. Ağacın dalından uzatılan bir meyvenin arkasında, harfi mana, Yaratıcının rahmet elini gösterir. Sofra üzerendeki çeşitli nimetler, harika harmonik ses veya görüntüler, Kâinat Hakimi ve Sultanı’nın küçücük kuluna özel birer ikramı olduklarını haykırmaya başlarlar. Mümin bu gerçeği gördüğünde, varlığın kaynağına kavuşmak isteyen ruhu küçülüp, onun nuruna sığınma, zerreleri O’nda yok olma arzusu ile yanmaya başlar. Çünkü fanide yok oluş, bakide var oluşa dönüşmektedir. Bu halin zirvesindeki müminin yakaladığı yücelik karşısında, cennet dahi küçülmeye başlar. Mutlak gerçekliği tam olarak kavrayan mümin, içinde bulunduğu her eylem ve durumda, görünürde zahiri sebeplerle temas içerisindeyken, gerçekte binlerce perde ötesinde ama şah damarından daha yakınında olan Yaratıcının huzurunda olduğunun bilincindedir.