Mana-i Harfi
Bölünme mekanizması
Burada kastedilen kişilikte yaşanan bir bölünmedir. Yaşadığı duygusal stresi kaldıramayan özellikle zayıf kişilikler, bir savunma arayışı içinde mekanik olaylardakine benzer bir süreç yaşarlar. Ağır yük altındaki bir direğin ikiye bölünmesine, yarılmasına benzer bir şekilde iç ve dış stres etkenlerinin ağır yükü altında benlik yarılır. Bu halin nihai noktasını temsil eden şizofreninin tipik belirtilerindendir. Şizofreni kelimesi de bu durumu ifade eden bir anlam taşımaktadır. Yine DSM IV tanımından hareket etmek adına, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımını aynen alacak olursak, “Birey, emosyonel (duyusal) çatışma ya da iç ve dış stres etkilerine, kendinin ya da diğerlerinin olumlu ve olumsuz yanlarının birleşik görünümlerini sağlamayarak ve karşıt duygulanımlara ayırarak tepki verir. Ambivalan (birbirine zıt) duygulanımlar eş zamanlı yaşanmadığından, kendi ve diğerlerinin daha dengeli görüş ve umutları emosyonel duyumdan dışlanır. Kendilik ve nesne imajları zıt kutuplar arasında değişme eğilimindedir; aşırı sevecen, güçlü, değerli, terbiyeli ve nazik ya da aşırı kötü, nefret dolu, öfkeli, yıkıcı, reddedici veya değersiz.”
Varlığı sağlıklı algılayabilmenin, düzeninde işleyen bir hayatın, ahenkli bir bedenin temel şartı sağlam bir benliktir. Benlik kişinin kâinata, kevnler alemine açılan penceresi gibidir. Bu pencerenin berraklığı ve şeffaflığı ölçüsünde alem, gerçekliğine uygun olarak algılanabilir. Varlık aleminin fırtınaları, akıntıları ve dalgalanmalarına karşı ayakta kalabilmesi ve varlıkla bağlantısının devamı için benliğin sağlam olması gerekmektedir. Benliğin iyi tanımlanmış ve sağlam kişilik zemininde gelişmiş olması, varlıkla bütünleşmiş ahenk için şarttır. Bu durumu Bediüzzaman, “Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet, ene zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafında dal budak salan nurânî bir şeceri-i tûba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir” şeklindeki tariften sonra, “Ene, künûz-u mahfiye olan emmâ-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muammâ-i müşkülküşâdır, bir tılsım-ı heyretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acîb tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımı ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar.” cümleleriyle ifade etmektedir.
Anahtar benzetmesini, bölünme mekanizması ile bağlantılı düşündüğümüzde kırık bir anahtarın hiçbir kapıyı açamayacağını ifade edebiliriz. Benlik, varlığı anlamak, kâinatın eşya gerisinde gizli sırlarını keşfetmek için gizli hazineleri açan bir anahtar konumundadır. Ancak bu hali bilinmezse, hazineyi açan değil de hazinenin kendisi olarak kabul edilirse, varlığın bütün sırlarını ve güzelliklerini örten bir kalın perdeye dönüşür. Benlikte hem nübüvvet, hem de felsefeden uzantılar vardır. Bir yönüyle cennet güzelliklerinin ve bunu sembolize eden “şecere-i tûbâ”nın çekirdeğini, bir yönüyle cehennemî hallerin ve bunu sembolize eden “şecere-i zakkum”un çekirdeğini bulundurur. Yani ikilik benliğin özünde, imtihanın gereği var olan bir durumdur. Çekirdeğin biri ağaç olup, diğeri tâli kaldığında doğru ya da yanlış bir ahenk yakalanır. Ancak her iki çekirdeğin ağaç olmaya çalışması halinde ağacın gövdesi yarılacak; bir tarafta zakkum, diğer tarafta tûba ağaçları uyumsuz ve zıt şekilde aynı bünyede yer almak için mücadeleye girişeceklerdir. Belki de bir yönüyle dünyaya meyleden, bir yönüyle sonsuzluğu arzu eden; bir taraftan Yaratıcısı’nı inkâr eden, diğer taraftan sığınmak ve hatta isyan etmek için O’na muhtaç olan insan benliği, özünde bu ikilemi yaşamaktadır. Ruhun ve kalbin derinliklerinde yaşanan iç çatışmalar, huzursuzluklar bu iki çekirdeğin sosyal hayata ve günlük yaşantıya uzantıları olmalıdır.
Ne deve ne kuş misali insan ruhu istikametini, kimliğini, benlik tanımını oturtacağı alanı netleştirmediğinde belirli düzeylerde kişilik bölünmeleri yaşar. Aile, cemaat, millet, ümmet ve nihayetinde nev benliğe yönelik tehditlere karşı kimlik oluşturma, benliği sağlamlaştırma alanları olarak kabul edilebilirler. Hepsinden önemlisi, ferdi alanda benliğin varlık bağlantılı tanımının iyi yapılmış olmasıdır. Kişinin neci olduğu, nereden gelip nereye gittiği ve bütün bunların çizdiği doğrultuda “kimsin” sorusunun cevabı sağlıklı bir benlik tanımında büyük önem taşımaktadır. Bunlar, fıtratın ve vicdanın sesine kulak verildiği ve ruhun derinlikleri ile ahenk içinde oldukları halde sağlıklı, varlık ve beden ile ahenkli bir alan bulmuş olurlar.
Tek hücre iken ana rahminin karanlık tünellerinde başlayan hayat yolculuğu ilk günden itibaren hep tehditlerle ve stres unsurları ile doludur. On binlerce insan olmaya namzet hücreden yalnızca biri, nadiren birkaçı zorluklarla dolu engelleri aşıp ana rahmindeki süreyi tamamlamaya hak kazanırlar. Ana rahminde, sonrasında dünyaya gelişte hayat yolculuğu hep tahditlerle doludur. Teklif yaşına gelindiğinde, buluğa erildiğinde benlik de artık şekillenmiştir ve bütün tehdit unsurları, stres faktörleri artık benliğe yöneliktir ya da benlik durumu öyle algılar. İnsan, kaynaşan zerrelerin ortasında beden olarak tanımlanmış alanla varlık alemine açılır ve anlamaya çalışır. Sürekli değişen, başkalaşan, ayrışıp-birleşen, dağılmaya meyilli varlık aleminde ruhun ve bedenin dayanağı olabilecek sağlam bir benlik gerekmektedir. Dağılmış, bölünmüş, yarılmış bir benlik bu derece girift, akışların, değişimlerin, geçişlerin olduğu bir alemde varlık çarkları arasında ezilmeye, zerreler okyanusunda boğulmaya mahkumdur. Arzuların, meyillerin, ihtirasların bir tarafta; faziletlerin, erdemlerin, iyiliklerin, sevgilerin diğer tarafta bulunduğu duygular aleminde bir o yana bir bu yana bocalayıp duracaktır.
Arızî, özellikleri kendinden kaynaklanmayan, hâdis benlik için zatî ve kayyûm olan bir dayanak lazımdır. Değişken bir benlik, değişken varlık denizinde tutunacak dal bulamaz. Benliğin boğulmaması ve dağılmaması için tutunacağı dalın varlık denizi dışında olması şarttır. Varlık denizi içinde tutunacak dal aramak, suda boğulan birinin suyu yakalayarak kurtulma gayretine benzer. Bu, boğulmaya çare olan değil, hızlandıran bir netice doğuracaktır.
Benliğini korumak için sağlam bir tutamak arayan insan, dest-i kudrete uzanmaya mecburdur. Zira tebeî, arızî, sürekli değişen, dağdağalı varlık ve zerreler denizinde zatî ve değişmez, kayyum ve bakî ancak O’dur. O halde İbrahimvarî (as) “Lâ uhubbil afilîn” demeli ve bütün ruhumuz ve benliğimizle Zât-ı Kayyûm-u Zül’kemal’e, Rahman-ı Rahîm’e dayanmalıyız.