Mana-i Harfi
Gerçeği Değerlendirme
Gerçeği değerlendirme yeteneği kişinin psikiyatrik açıdan sağlıklı olduğunu ortaya koyan önemli verilerden biri olarak kabul edilmektedir. Psikoz türü hastalıklarda gerçeği değerlendirme kabiliyetinde oluşan bozulma belirgin özelliklerdendir. Bu tür hastalarda özellikle bizim gerçeklik algımıza ters gelen haller belirgin şekilde gözlenir. Mesela, şizofreni hastalarının bir çoğu kendini Hz. İsa olarak algılar. Bu inanış onun hayatının bir parçası olacak düzeyde kuvvetlidir. Günlük hayatla olan bağınızda gerçeği değerlendirme özelliklerinizin ne kadar önemli olduğunu anlamak için bu hastaları görmeniz yeterlidir.
Her insanın bir gerçeklik algısı vardır. Bunun oluşumunda beynin gelişim süreci içinde çevreyle ilişkisi, genetik faktörler, eğitim, kültür ve inançların etkisi olduğu düşünülmektedir. Varlık ve beden, beden ve ruh etkileşiminin nihayetinde ortaya çıkan anlamlar, bu gerçeklik algısı ve onun ardından ortaya çıkan mânâlarla yakından bağlantılıdır. Beyin ve varlık etkileşiminin bir sonucu olan algılarımızın ve anlam haritamızın ne ölçüde gerçekliği ifade ettiği, varlığın tarifi ve dayanakları insanlığı asırlardır düşündüren önemli bir problem olmuştur.
Gerçek, kâinatın büyük patlaması ile insanın ilk hücresinin çatlaması arasında geçen ve insan hayatı boyunca algılarla geçen sürecin karmakarışık mekanizmaların işleyişi ile ruhta hasıl ettiği mânâlarda aranmaktadır. Asli gerçeklik, varlığın özü ise; başlangıçta kainatın oluşumuna zemin hazırlayan sonsuz cemali teşkil eden esmâ olmalıdır. Hakikat-i eşyanın esmâ olması gerektiği, farazi ve itibari varlık seyrini mânâ boyutunda algılayan üstün ruhlarca da ortaya konmuştur.
“Algıladığımız alem gerçek mi?” “Eşyanın özü nedir; atom mu, esir mi? Yoksa bilemediğimiz farklı unsurlar mı?” Bu türden pek çok soru varlık ve benliğimiz arasındaki akıllara durgunluk veren ve halen bir muamma olan muhteşem etkileşimin sırrına vakıf olmak amacıyla asırlardır sorulagelmiştir.
Belki de temel problem gerçekliği kendi algılarımızın darlığında anlamlandırmak, sınırlarımız içine sığdırmak arzusudur. Maddî alemde şekillenen kavram haritamız eşyanın asıl gerçekliğini ifade eden mânâ alemi ile örtüşmüyor. Madde bizim ve alemin özünü ifade etmiyor. Anlatılmak istenen mânâ boyutuna bir zemin, bizim konumumuza uygun bir anlatım ve bir kıyas birimi olarak verilmiş. Bunu sağladıktan sonra bir kenara bırakılmazsa mânâ boyutunun gölgesi oluyor. O yüzden maddeden sıyrılmış soyut düşünce belki de insanın gerçekliğine en yakın özelliği. “Allah neye benziyor baba?” diye soran bir çocuğun somut düşünen beynine, İlahi gerçekliklerin ancak sembolleri sığışabilir. Semboller, asıllar şeklinde algılandıklarında ise anlatmak istediklerinin anlaşılmasına engel ve hakikatin önünde gölge olurlar.
Sembolik anlatım ve somutlaştırma idrakin başlangıç basamaklarından biri olarak kabul edilmeli ve mânânın güçlendiği ölçüde madde bir tarafa bırakılmalıdır. Zaten mânânın kalınlaşması ile madde incelir ve aynı etkileşim tersine de işler. Yani madde inceldikçe mânâ kalınlaşır. Ancak özellikleri maddî aleme yönelik olarak yaratılmış insan, maddeden mânâya geçiş sürecini yaşamalıdır. İnsan aslolan mânâya geçmek için maddenin sınırlığı ve katılığını yaşamak ve aşmak zorundadır. Temel problem maddî aleme hapsolup kalmakta ve eşyanın gerçekliğini maddede aramaktadır. Bu da bizi bir tür koma haline sokar ve maddî alem içinde hapsolmuş ruhumuz o alemin gerçekliği dışına çıkamaz. Bu hal, kartal yumurtalarının çalınması ile tavuklar arasında dünyaya gelmiş ve kendilerini tavuk olarak algılayan kartalların uçabileceklerinin farkında olmaması gibi bir şeydir. Bazen özelliklerinin farkında olamamak bazen de olmayan özelliklere sahiplenmek gibi gerçekliğin değerlendirilmesi problemleri hayatımızda önemli bir yer tutmaktadır.
Kendini Hz. İsa olarak algılayan bir şizofren bizim gerçeklik dünyamızdan kopmuştur. Kendi otistik dünyasında ve oranın gerçekliğinde yaşamaktadır. O alemin gerçekliğinde bir insanın öldürülmesi kötü bir olay olarak algılanmayabilir, sokaktaki birinin yüzüne tükürmek bizim algıladığımız çirkinlikle onun alemine yansımaz. Tepkilerin ve cezaların da çok anlamı yoktur, çünkü çoğunlukla bunlar o aleme tepki ve ceza anlamıyla yansımamaktadır.
Gerçekliğin değerlendirilmesine iç dışa, dış içe çevrilerek bakma imkanımız olsaydı, melekût aleminden bir bakışın bizim hayatımızı hezeyanlar ve gerçek dışılıklarla dolu olarak gördüğünü fark edebilirdik. Nefsimizin ve arzularınızın kıskacında katılaşmış benliğimizin “ben”le başlayan ve “-ım” ile biten ifadelerinin asli gerçekliğimizden bakıldığında “ben Hazret-i İsa’yım” diyen şizofrenden çok önemli bir farklılığı yoktur. Benliğin gerçekliğini idrak etmiş hiçbir akıl, bu ifadeleri benimseyemez.
Sanki hakkıyla değerlendirdiğimizi zannettiğimiz gerçekliğin çok uzaklarındayız. Komadaki bir hastanın komada olduğunu algılayamamasına benzer ya da uykudaki bir insanın o esnada kendini uykuda olarak algılayamamasını benzer şekilde maddî alemin uykusundayız. Sabah bizi uyandıran yakınımızın sesini bazen rüya aleminde algılamamıza benzer şekilde, maddî alemdeki uykumuzun içinde uzaktan, derinlerden bir ses işitiliyor: Semavi alemlerden, Rabb-i Ezeli’nin sesi Kur’ân-ı Azimüşşan, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve bütün enbiya, evliya, asfiya ve sıddıklar şeklinde alemimize ulaşıyor ve bizi asli gerçekliğimize çağırıyor.