Makaleler

Kozmoloji ve Modern Felsefenin Çıkmazları

Modern dünya, zihinsel bakımdan XVII. yüzyılda başlar” (Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, İstanbul 1983, s. 506) diyordu meşhur filozof B. Russel. Her şeyin çivilerini yerinden sökercesine, hem fizik hem de sosyal alem anlayışında, derinlemesine etkilere sebep olan ve modern çağların temellerini oluşturan bu gelişme; fizik ve astronomide Copernicus, Galileo ve Newton’un başarılarıyla zirveye ulaşan devrimsel değişmelerle meydana geldi. XVII. yüzyıl bilimi, Descartes’ın dehasının tasarladığı, doğanın matematiksel tasvirini ve analitik akıl yürütme yöntemini kapsayan, Francis Bacon tarafından da güçlü bir biçimde savunulmuş olan yeni bir araştırma yöntemine dayalıydı. (Fritcof J. Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İstanbul 1989, s. 52.)

Descartes’ın uyguladığı ve izleyen yıllarda bütün bilim dallarında geçerlilik kazanarak yaygınlaşan “analitik yöntem”, indirgemeci yani, sonsuz kadar parçalara ayırmayı ihtiva eden bir özelliğe sahipti. Bu yöntem, öylesine önemli sonuçları da beraberinde getiriyordu ki; nihayet Descartes bu tür akıl yürütmenin zorunlu sonucu olarak “zihne ait her şey bedenin, bedene ait her şey de zihnin dışındadır” (a.g.e., s. 59) hükmünü formülleştirmek durumunda kaldı. Bunun anlamı açıktı. Zihin ve madde, hatta maddenin kendisi bile, birbirinden tamamen bağımsız ve yalıtılmış partiküllerden ibaretti. Zihin ve madde arasında yapılan bu kartezyen ayırım Batı düşüncesi üzerinde olağanüstü olarak nitelendirilebilecek derin etkiler yaptı. Buna göre maddede hiç bir amaç, hayat ya da ruhsallık yoktu. Doğa mekanik yasalara göre işleyen nicel bir varlıktı ve ancak matematiksel olarak açıklanabilirdi. Daha açık bir ifade ile varlığı; sadece hacim, yani boyut sahibi nesnelere icra eden materyalist bir anlayışın temelleri atılmış oluyordu. Çünkü ancak bu tür şeylerin varlığı “açık seçik” ve matematiksel olarak bilinebilir ve ölçülemeyen şeylerin varlığı ise ancak bir vehimden ibaret olabilirdi.

Descartes’ın XVII. yüzyıl bilimi için oluşturduğu bu kavramsal çatı, kesin matematiksel yasalarca yönetilen mükemmel bir makine şeklindeki doğa anlayışı, bu kartezyen rüya, Galileo’nun öldüğü yıl olan 1642’de, İngiltere’de doğan Isaac Newton tarafından gerçekleştirildi. Newton mekanistik doğa anlayışının tam bir matematiksel formülasyonunu gerçekleştirdi ve böylelikle Copernicus ile Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes’ın çalışmalarının büyük bir sentezini yapmayı başardı. (a.g.e., s. 63)

Newton, “her cisim birbirini, kütlelerinin çarpımı ile doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olarak çeker” diyordu. (Russel, s. 515.) Zafer o denli eksiksizdi ki, bu heybetli zihinsel başarıyı Einstein, “muhtemelen her hangi bir zamandan bağışık olarak tek bir bireyin attığı en büyük adım,” sözüyle nitelendirmişti. Gerçekten de Newton’un formüle ettiği yeni vizyon, bu muazzam kurgu, atomlardan gezegenlere değin hemen hemen bütün varlığın açıklamasını açık ve seçik olarak yapıyor görüntüsünü vermişti. Fakat paradigma, evrendeki olayların “nasıl” olduğunu açıklarken, “niçin” olduklarına dair hiç bir açıklama getirmiyordu. Sahi, niçin bu şekilde oluyor da başka türlü işlemiyordu bu yasalar? Hem, sözü edilen bu yasaların bir “vücud-u-haricisi” olması gerekmez miydi? Temel varsayım, hacmi ve kütlesi olmayan şeyleri yok ferzediyorsa, bu temel çelişkiye tutarlı bir çözüm getirecek bir açıklamanın yapılması gerekmez miydi? Oysa bu konuya dair de hiç bir açıklamaya rastlayamıyoruz. Nihayet, bir kuvvet olarak galaksilerden atomlara kadar bütün bir cosmosa sirayet eden, varlığı kaostan kurtaran bu yasaların mahiyet ve terkibi nelerden ibaretti ve gerekli enerjiyi nereden sağlayabiliyorlardı?

İşte, bu ve benzeri soruları müphemlikten kurtaracak tutarlı açıklamalar her nedense teğet geçilmişti. Sonraları Newton, kendisinin tamamıyla mekanistik bir şema çizdiğini, nihai sebepler veya bir Yüce Yaratıcı konusuna hiç girmediğini söyleyenlere cevap olmak üzere kitabın ikinci baskısına bir iman ikrarı ilave etti. Ne ki, yaptığı açıklama bu en güzel sistemi ancak akıllı ve kudretli bir otoritenin meydana getirebileceğini teslim etmesine rağmen, nihai olarak varlığın Allah’la alakasını koparmaktan da geri kalmıyordu. Söylemek istediği kısaca; “nasıl ki bir körün renkler hakkında sağlıklı bir tasavvur geliştirmesi mümkün değilse, bizim de her şeyi bilen Tanrı’nın eşyayı idrak etme ve anlama tarzı hakkında hiç bir fikir yürütmemiz mümkün değildir” şeklindeydi. (Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, İstanbul 1994, s. 209.)

Newton, deist bir anlayıştan başkasını savunmuyordu. Belki de paradigmanın tıkandığı noktada Tanrı, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak kabullenilmişti. Vahyin ve nübüvvetin, böyle bir sistemde kesinlikle yeri yoktu. Zaten, dayandığı temeller itibari ile de zorunlu olarak bu ve benzeri kavramların içerilmesi, paradigmanın tabiatına aykırıydı. Böylece varlık alemi, tamamen sekülerleştirilerek, sadece maddi formlar ve mahiyetini tam anlamıyla kavramaktan aciz kaldığımız yasalardan ibaret nesneler olarak tanımlandı. Dilimizde, “kün” emrine muhatab varlıklar anlamında ism-i mekân olarak kullanılan “kâinat” kavramı yerine, “baskıya verilen şey” anlamına da gelen “tabiat” kavramının, mekanistik dünya görüşünün geçerlilik kazanmasından hemen sonra cosmos mukabili literatürümüze girmesi, şüphesiz bir rastlantı olarak değerlendirilemez. Birinci kavramdan, yaratıcının bizzat her an tazelenen yaratması anlaşılırken, ikinci kavramda, vasıtalı bir teşekkül, kendi kendine olma-oluşma gibi anlamları ihtiva eden çağrışımlar gizlidir. Kudret kalemi ile her şeyi hiçlikten varlığa çıkartarak nakış nakış, desen desen, her bir varlığa ayrı bir “teşahhus” veren yaratılış yerine; mekanik yasalara göre işleyen mutlak bir determinizmin, kendi kendine oluşturduğu dolaylı bir varoluş, her bir varlığı birbirine hem hâkim hem de mahkûm hale getirerek Tanrı’yı tümüyle safdışı bırakan bir anlayış benimsenmiştir. Bu anlayışa göre varlık, Yüce Yaratıcı’nın bizzat “kudret kalemiyle” yazdığı kozmik bir kitap olmaktan çıkmış, önceden mükemmel bir şekilde düzenlenerek matbaa makinesine havale edilmiş anlamlı harf dizelerinin, sürekli olarak baskıdan çıkarıldığı, dolaylı bir kitap haline dönüşmüştür. Bunun anlamı gayet açıktır. İlk yaratma ve düzenleyişten sonra Tanrı, kendisinin varlık üzerindeki hükümranlık ve icraatını sona erdirerek işi, otomasyona bağlanmış muazzam tabiat makinesinin tabii yasalarına havale etmiştir. Batılı anlamda kozmik alem anlayışının esası budur ve modern zamanlarda ihdas edilen hemen her şey, bu temel varsayım üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla, aydınlanma sonrası Batı’da yeniden teşekkül eden bilim, alem, hayat tarzı, yönetim biçimi ve hasılı her tür algılama biçiminin arkaplanında, Tanrı’yı ve ruhsallığı ihtiva etmeyen materyalizmin determinist yasaları görülebilir.

Bu anlamda Batı’nın tanımladığı bütün kavramlara objektif kavramlar olarak değil, belli bir dünya görüşünü yansıtan ideolojik kavramlar şeklinde bakmak gerekir. Çünkü Batı merkezli oluşturulan hemen her şey, onun hâkim rengiyle boyanmış, onun değerleriyle yoğrulmuş sübjektif modellerdir. Bu bakımdan, nesnel bilim ve nesnel dünya görüşleri olarak takdim edilen anlayışlardan bahsedenlerin, haddizatında çok büyük bir yanılmışlık içinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bundan dolayıdır ki, Tanzimat ve sonrası nesillerden bir çok yerli aydının, Batının bilim ve tekniğini kendi irfanımıza adapte ederek, medeniyetimizin geçirdiği krizi çözme çabalarını, bu bütünlük fikrinden mahrum olmalarına bağlayabiliriz.

Bu gerçeği kaydettikten sonra; asıl meselemize, İslâm’ın kâinat telakkisine gelebiliriz. İslâm’da metafizikle alakasını kesmiş hiç bir bilim modelinin olamayacağı açıktır. Çünkü böyle bir model, ne Tevhid, ne de Uluhiyet inancıyla hiç bir şekilde örtüşemez. Bir kere bütün kadim kültürlerde olduğu gibi İslâm’da da varlık mekanik değil, organik bir mahiyeti haizdir. Kültürümüzde de “insan için küçük alem, alem için de büyük insan” formülasyonunun, öteden beri kullanılıyor olması, bu hususta bizim dünyamızda yerleşik bir düşüncenin var olduğunu gösterir.

İslâm kültüründe kâinat, İlâhî isim ve sıfatlara mazhar bir ayna, kudret kaleminden hikmetle çıkmış kevni bir kitaptır. İnsana indirilen vahiy, yine Allah’ın bir kitabı olan kozmik vahiyden ayrılamaz. Bunlardan ilki, Allah’ın kelam sıfatından gelirken diğeri O’nun kudret sıfatından aksetmiştir. Birinde kelami ayetler, diğerinde ise kevni ayetler vardır. İnsan ise bu alemde bir efendi ve gözcü olarak, kendisine bütün isimlerin öğretildiği yeryüzünün halifesi, Allah’ın dünyadaki vekilidir.

İnsanın kevni ayetleri okuması emaneti anlama ve araştırma cehdinde bulunarak bu konuda mesafe alması; bir bakıma onun eşya ve hadiselerin derunundaki illiyet yani nedenselliğe ilgi duymasını da beraberinde getirerek, bu konudaki susuzluğunu gitgide arttırmıştır. Öteden beri, eşya ve hadiseler arasında tutarlı bir illiyet bağı kurma isteği, biraz da insan aklının mahiyetiyle ilgili bir meseledir. Akıl daima kendi yapısına uygun makul çözümler ister. Bu çözümleri bulamadığı zaman da genellikle inkar ya da red yolunu tercih eder. Bu bağlamda bütün mesele, imanla aklın kesiştiği denge noktasını bulabilmektedir.

İşte, aydınlanma sonrası fizikte meydana gelen büyük devrimsel değişmenin. mü’min aklını desteksiz bırakan yeni bir paradigma geliştirmesi bütün dünyada olduğu gibi, bizim dünyamızda da çok ciddi denilebilecek bir iman buhranını ve medeniyet krizini beraberinde getirmiştir.

Asrın başında, ümmetin buhranına iman buhranı teşhisini koyan büyük mütefekkir Bediüzzaman’ın, ömrünün son otuz yılını bu meseleye teksif etmesi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken çok önemli bir husus olarak değerlendirilmelidir. Mesele, iman meselesidir. Çok genel anlamışla akidemizin, hayat tarzımızdan ilmi modellerin oluşturulmasına varıncaya değin her sahaya sirayet etmesi, iman meselesinin çok çeşitli açılımları olarak değerlendirilebilir. Kozmolojiyle ilgili meselelere çözüm ararken, sözü edilen mütefekkirin eserlerini bilhassa çok önemli bir me’haz olarak dikkate almamız her halükarda kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda söylemiştik; Kâinat, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna ve kevni ayetlerin yazıldığı kozmik bir kitaptır. Bu formülasyon yerine, bir an için, bütün varlığın Allah’tan bağımsız olarak kendi kendine oluştuğunu varsayarsak; o zaman tabiat için her bir parça toprakta, her bir damla suda ve her bir hava zerresinde milyarlarca madeni matbaa ve sonsuz manevi fabrikaların bulunması gerektiğini kabullenmemiz gerekecektir. Çünkü bir canlı doku hem biyolojinin, hem kimyanın, hem de fiziğin bütün yasalarını ihtiva eden çok karmaşık işlemlerle ancak var olabiliyor ve varlığını devam ettirebiliyorsa; bu durumu ya yapısal olarak içsel ya da dışsal yasalarla açıklamak mecburiyetindeyiz. İçsel anlamda maddenin, bizatihi milyarlarca mekanik fabrika ihtiva eden özellikleri içermesi hiç bir şekilde mümkün değildir. Dışsal olarak da bir takım yasaların, meseleyi çözüyor gözükmesinde çok ciddi boşluklar bulunmaktadır. “Sözgelimi, çoğunlukla enerji sahibi olan, belirli nitelikler taşıyan, ama boşlukta hareket eden güç alanlarından ya da dalgalardan söz edilir. Şimdi matematiksel olarak böyle bir model, bazı ölçümleri temellendirmede işe yarayabilir, ama fizik bakımından, belirli özellikler sergileyen ‘total’ bir boşluğu kabul edemezsiniz. Boşluk, yokluktur; olmayan bir şeyin bir şeyler sergilemesi de imkânsızdır.” (Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat, İstanbul 1991, s. 119.)

Bu durumda meseleyi, kâinatta sürekli tecelli halinde bulunan İlâhî isim ve sıfatların eseri olarak ele almak ve bu sıfatların anbean tazelenen varlık muammasının hakiki menba ve müsebbipleri olduğunu kabullenmek suretiyle, ancak açıklama imkânı vardır. Meselâ, varlığın dağılmadan bir düzen içinde oluşarak, sürekliliğini sağlama enerjisi, sonsuz bir güce ya da “kayyumiyet sıfatına” verilmez; bir emr-i İlâhî olan şeriat-ı tekviniye, Allah’a istinad edilmezse, boşlukta da hükmünü icra eden ve henüz tasvir edilemeyen “kütlesiz latif olaylar” (Capra, s. 75.) mevcut seküler paradigmayla hiç bir şekilde açıklanamaz.

Meselenin bu cephesinde, mutlak bir çıkmazla karşı karşıya kalan modern fizik kuramları, metafizikle temasa geçmeden mevcut tıkanıklıklarını aşma istidadı gösteremiyorlar. Çünkü fizikte meydana gelen yeni gelişmeler, mikrofizikle astrofizik yasalarının biribiri ile tamamen farklı özellikleri içerdiğini gösteriyor. Newton fiziği ise bu sahada tamamen yetersiz kalmaktadır. Daha da ötesi, yeni fizikte oluşturulmaya çalışılan kuramlar, ancak matematiğin soyut ilkeleriyle tahmini tasarımlardan öteye geçememektedir.

İmdi, genel-geçer ve mutlak determinist tabiat yasalarının bütün bir varlığa teşmil edilerek, meselenin vuzuha kavuşturulduğu iddiası, beklenmedik sürprizlerle iyiden iyiye sarsılmaya başlanmıştır. Meselenin böylesine çetrefılleştiği bir noktâda “gelenek” bütün haşmetiyle dirilerek bilimlerdeki tıkanıklıkları aşma noktasına gelmiştir. Fizikle metafiziğin uyumlu hale gelmesi ve yeni bir paradigmanın oluşturulması uzun yıllar alabilir. Bununla birlikte “ed-Din” olan İslâm’ın, varlık muammasının çözümlenmesi konusunda, gerekli bütün argümanları içerdiği rahatlıkla söylenebilir.

Bu bağlamda Bediüzzaman’ın meleklerin vazifelerine dair; “muazzam bir ümmet olan meleklerin ‘amele kısmı’ irade sıfatından gelen şeriat-ı tekviniye’nin hamelesi, mümessili ve mütemesilleridir” tarzındaki açıklamaları, birbirine mütenakız görülen meselenin kesişebileceği bir denge noktasını ihtiva eder görünmektedir. Müellif devamla, bu konuda şu ilginç açıklamaları da yapmaktadır: “Cereyan eden o namuslar, şu hükmeden kanunlar, itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardı, ademî sayılırlar. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini elinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-ı hariciye olamaz. Halbuki: ‘Hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmi bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez.'” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1994, s. 510)

Üstad, melaikenin icad etme gibi kabiliyetleri bulunmadığını, ama bununla birlikte Cenab-ı Hakk’ın icraatını temsil ettiklerini söylemektedir. (Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, İstanbul 1994, s. 261-263) Melaikenin de İlâhî isim ve sıfatların tecellisinden neş’et eden varlıklar olarak bekalarını muhtaç oldukları varlık Allah’tır. Bu bağlamda, varlık hiyerarşisinin en üst noktasında sonsuz bir ilim, irade, hikmet ve kudret sahibi olarak bulunan namütenahi varlık Allah’tır. Her şeyin ikame, idame ve hayatiyeti O’na bağlıdır.

Author


Avatar