Makaleler

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da Selefleri

İttihad-ı İslâm, Müslümanların öncelikle Kur’ân ve Sünnet hükümlerine uygun bir ahlaka kavuşmalarını, ardından ticari, kültürel, siyasi ve hukuki yapılarını güçlendirerek birlik ve beraberlik içerisinde yaşamalarını ifade eden zengin içerikli bir terimdir. İttihad-ı İslâm özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı fikir hayatında en sık atıf yapılan kavramlardan birisi olmuştur. Bu dönemde İttihad-ı İslâm Batı karşısında siyasi, askeri ve hukuki yönden geri kalmış olan İslâm alemi için bir kurtuluşu ifade etmekteydi. İttihad-ı İslâm, öncelikle İslâm milleti arasında ayrılıklara neden olan itikat zafiyeti, cehalet, taklit, tembellik ve ırkçılık gibi hastalıkların ortadan kaldırılmasını gerektirir, ardından da kültürel, ticari, ekonomik ve siyasi alanlarda kuvvetli bir İslâm aleminin ortaya çıkmasını amaçlar.

Bediüzzaman Said Nursi Divan-ı Harb-i Örfi’de İttihad-ı İslâm ile ilgili düşüncelerini açıklarken birbirinden farklı fikirde bazı düşünür ve devlet adamlarını İttihad-ı İslâm’da selefleri olarak saymaktadır. Bu kişiler Yavuz Sultan Selim, Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendi ve Namık Kemal’dir. Bu şahısların fikir ve mücadelelerine bakıldığı takdirde bazı farklılıklara rastlamak elbette mümkündür. Ancak aralarında ortak olan bir husus hepsinin İttihad-ı İslâm’ı bir hedef olarak benimsemiş olmalarıdır. Dikkat çeken bir nokta Yavuz Sultan Selim’den sonra zikredilen düşünürler ile Yavuz arasında yaklaşık 350 yıllık bir zaman sürecinin olmasıdır. Ne yazık ki Yavuz Sultan Selim’den sonra 19. ve 20. yüzyıla kadar İttihad-ı İslâm’ı canlandıracak fikri bir hareketliliğe rastlanmaz. Bu yüzden Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da selefleri olarak kabul ettiği şahsiyetleri hem İttihad-ı İslâm hedefinin canlandırıcısı hem de en güçlü temsilcileri olarak kabul etmek yanlış olmasa gerektir.

İslâm dini Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde yaşamalarını emretmektedir. Irkçılık, adavet, husumet gibi zararlı düşünceler ise nasslarla yasaklanmıştır. Buna rağmen İslâm aleminin -Asr-ı Saadet bir tarafa bırakılırsa-, birlik ve beraberliği tam manasıyla hayata geçirdiğini söylemek mümkün değildir. Müslümanlar arasında iç savaşlara, devletler arası çekişmelere, ırkçı ve ayrılıkçı politikalara rastlamak mümkündür. Bu yüzden İttihad-ı İslâm’ın yalnızca bir “gaye” olarak kaldığı ne yazık ki gerçektir. Zaten İttihad-ı İslâm idealinin ilgiye mazhar olması da İslâm Aleminin sömürgeci devletlerin esareti altına girdiği bir döneme rastlar. Zorunluluktan dolayı benimsenmiş bir politika olarak kendini gösterir. Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’a yüklediği anlam ise politik kaygılardan daha farklı bir nitelik arz etmektedir. Bediüzzaman İttihad-ı İslâm’ı “bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslâm’dır.” şeklinde yorumlar. Bu, Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’a siyasi tartışmaların üzerinde bir anlam yüklediğini göstermektedir. Aynı zamanda Müslümanların birlik ve beraberliği ancak Müslümanların bu “farz vazifeyi” gereğince ifa ettikleri takdirde gerçekleşme imkanına kavuşacaktır. Burada Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da seleflerim dediği devlet adamı ve düşünürlerin İttihad-ı İslâm’ın gelişim ve canlanmasına katkıları kısaca incelenecektir.

Yavuz Sultan Selim

İslâm tarihinin seyrine bakıldığı takdirde İttihad-ı İslâm düşüncesini hayata geçirmek için en canlı mücadelelerden birinin Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleştirildiği görülmektedir.

Yavuz Sultan Selim devrine kadar Osmanlı İmparatorluğu genellikle Avrupa’ya doğru bir genişleme politikası gütmekteydi. Yavuz döneminde ise Osmanlı Devletinin “doğu siyasetine” ağırlık verdiği görülmektedir. Yavuz Sultan Selim doğu seferlerinin amacını şu sözleriyle özetlemektedir: “Nist bihude seferhay-ı ve fürasani-i ma, beheri cem’iyyet edilmest perişani-i ma.” (Bu seferleri beyhude sanma, bizim bütün perişanlığımız, cemiyetlerin, toplulukların gönlünü birleştirmek içindir.). Yavuz Sultan Selim iktidarı döneminde Avrupa devletleri ile sulh siyasetini benimsemiştir. Buna mukabil doğu bölgelerine yönelik siyasetinde birlik ve beraberlik ortamını bozucu hareketleri engellemeyi hedef seçmiştir. Safevi Devletinin kurucusu olan Şah İsmail’in birlik ve beraberlik duygularını bozucu, Osmanlı Devletinin Anadolu’daki hakimiyetini zedeleyici hareketlere açıkça destek vermesi Yavuz Sultan Selim’in dikkatinden kaçmamıştı. Şah İsmail mutaassıp bir Şii idi. Merhametsizliği ve kan dökücülüğü ile tanınan Şah İsmail özellikle Sünnilere oldukça merhametsiz davranmıştır. Birçok Sünni’nin idam edilmesini emretmiş, Sünni alimlere zulüm etmiştir. Tebriz’i ele geçirdiğinde ezanın aslını değiştirerek kelime-i şehadeti “aşhadu anna Aliyan valiyyullah” şekline çevirmiş ve buna muhalefet edenlerin yok edileceğini ilan etmişti. (Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 278) İran’da güçlü bir devlet kuran Şah İsmail (Safevi Devleti) Şii mezhebini devletin resmi dini olarak kabul ettirdi. Siyasi ve dini önderliği şahsında toplayan Şah İsmail Şii düşüncesini yaymak için Anadolu’da müsait bir zemin buldu. Şah İsmail’in Anadolu’ya göndermiş olduğu tarikat mensupları buralarda halkı Osmanlılara karşı kışkırtıyor, Şah’ı yüceltiyor, zaman zaman da isyan çıkarıyorlardı. Bu durum Anadolu’da tımar usulünün bozulmasını, birlik ve beraberlik havasının zedelenmesini netice vermişti. Bu olumsuz hareketlerin Anadolu’yu olumsuz etkilediğinin farkında olan Yavuz, öncelikle Anadolu’daki isyan hareketlerini bastırdı. İsyanların Safevi devletinin politikalarından kaynaklandığını bildiği için İran ile olan ticari ilişkileri kesti. Ulemasıyla yapmış olduğu müzakereler sonucunda Anadolu birlik ve beraberlik havasının bozulmasına neden olan Safevi Devleti ile savaş yapılmasının “ehem ve akdem” olduğuna dair fetva aldı. Savaştan önce Yavuz Şah İsmail’e yazmış olduğu bir mektup ile, Şah İsmail’in düşünce ve faaliyetlerinin İslâm dini hükümleri ile bağdaşmadığını (Şah İsmail’in hulefa-i raşidine ve bazı din büyüklerine edepsizlikte bulunması, isyanları yönlendirmesi…vb), tövbe etmesi gerektiğini, aksi halde kendisiyle savaşmak üzere Osmanlı ordusunun hazırlandığını bildirmiştir. Ancak Şah İsmail bu ikazları dikkate almamış ve savaşa hazır olduğunu bildiren bir mektup yazmıştır. Safevilerin Çaldıran Savaşı ile etkisizleştirilmesi Yavuz’un İslâm birliğini gerçekleştirme düşüncesini kolaylaştıracak siyasi ortamın doğmasını netice verdi.

Yavuz Sultan Selim’in doğu siyasetinde ikinci önemli politikası hilafet kurumunu Osmanlı Devletine naklettirmesidir. Hilafet Abbasilerin elindeydi ve Abbasilerin koruyuculuğunu Memlük Devleti üstlenmişti. Ancak Memlük devleti siyasi ve ekonomik yönden eski gücünden oldukça uzaktı. Şark ticaretini kontrolleri altında tutuyorlarken iken bunu Portekizlilere kaptırmışlardı. Hicaz ve diyarındaki otoriteleri Memlük Sultanlarının Mekke Şerifleri ile olan kötü ilişkileri yüzünden sarsılmıştı. Ayrıca Çaldıran Savaşında yenilgiye uğrayan Şah İsmail Memlüklerle ittifak ederek Osmanlı Devletini ortadan kaldırmayı tasarlamaktaydı. Bu siyasi durum Yavuz’un Memlükler üzerine sefer düzenlemesini zaruri kılmaktaydı. Zira güçsüz bir Memlük devleti Şah İsmail’in işine yarayacaktı ve bu durum İslâm aleminin birlik ve beraberliğine darbe indirebilirdi. Ayrıca doğu ticaret yolları Hıristiyanların (Portekizlilerin) eline geçtiği için İslâm dünyası ticari ve ekonomik yönden gerilemekteydi. Bu etkenler Yavuz Sultan Selim’in İslâm dünyasını tek bir siyasi gücün altında toplama düşüncesini pekiştirdi. Yavuz Sultan Selim’in öncelikli hedefi İran’daki Safevi varlığına tamamen son vermekti. Doğu Seferine bu maksatla çıkıyordu. Ancak Memlüklerin Osmanlıların doğuda ilerlemesinden rahatsız olması ve özellikle Kansu Gavri’nin Osmanlı elçilerine kötü davranması sorunun diplomatik yollardan çözülmesini imkansızlaştırdı ve sonuçta Osmanlılar Memlükler’i mağlup etti. Yavuz’un doğu siyaseti incelendiği takdirde hedef olarak İttihad-ı İslâm’ı seçtiği söylenebilir. Siyasi ve ekonomik koşulların etkisiyle gerçekleştirilen bu seferler netice olarak İslâm dünyasının büyük bölümünün Osmanlı siyasi çatısı altında toplanmasını netice vermiştir. Hilafetin Osmanlılara geçmesi de bu önemli kurumun Memlüklere nazaran daha güçlü olan bir devlet tarafından temsil edilmesini beraberinde getirdi. Ancak İttihad-ı İslâm yalnızca siyasi otorite altında toplanmayı ifade etmediği, kültürel, bilimsel ayakları da olduğu için gerçek anlamda İslâm birliğinin sağlandığı söylenemez. Bu yüzden Yavuz döneminde sadece hedef ve kısmen netice olarak İttihad-ı İslâm’ın var olduğu söylenmelidir.

İdris-i Bitlisi

Yavuz Sultan Selim’in doğu seferlerinde ona danışmanlık yapmış olan İdris-i Bitlisi de göstermiş olduğu gayretlerden ötürü İttihad-ı İslâm’ı benimsemiş düşünürler arasında sayılmalıdır. İdris-i Bitlisi doğu bölgelerindeki aşiretlerle Osmanlı yönetimi arasında aracılık yaparak Anadolu birlik ve beraberliğine dolaylı yoldan destek vermiştir. İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim’in şark politikasında görüşlerinden faydalandığı bir siyaset adamıdır. Bitlisi Çaldıran Savaşına katılmış, Osmanlı öncü kuvvetleriyle birlikte İran içlerine girmiş, Tebriz’e gelmiştir. Burada girişmiş olduğu çalışmalarla halkı Osmanlı idaresine ısındırmaya çalışmıştır. Bitlisi doğudaki Kürt aşiretlerinin reisleriyle görüşmeler yapmış ve aşiretlerin Osmanlı Devletine itaat etmesini sağlamıştır. Yapmış olduğu aracılıkla aşiretler ile Osmanlı Devleti arasında çıkması muhtemel bir savaşı önlemiştir. Osmanlı idaresi de Kürt aşiretlerine varlıklarını devam ettirme müsaadesi vermiş ve bu aşiretleri ekonomik yönden desteklemiştir. İdrisi Bitlisi, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Bitlis, Hizan, Garzan, Palu, Silvan, Siirt gibi bölgelerin savaşsız bir şekilde Osmanlı yönetimine girmesinde önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bitlisinin bu başarıları bir siyaset adamı veya düşünürün İslâm birliğinin gerçekleşmesi hususunda ne gibi faaliyetleri gerçekleştirmesi gerektiğini de ortaya koyacak niteliktedir. Bitlisi gayretleri sonucunda devlet ile millet arasındaki uzlaşmayı sağlamış, birçok savaşın önüne geçmiştir.

Cemaleddin Efgani

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da selefleri arasında saydığı düşünürlerden birisi Cemaleddin Efgani’dir. Siyaset literatüründe İttihad-ı İslâm düşüncesini sistemleştirip, yaygınlaştıran şahsın Cemaleddin Efgani olduğu kabul edilmektedir. Efgani, İttihad-ı İslâm’ın siyasal ve kültürel alanlarda nasıl uygulanması gerektiğini yazdığı eserlerle anlatmaya çalışmıştır. Efgani İslâm birliğinin “din-hac ve hilafet” olmak üzere üç dayanağı olduğunu söyler. Din bağı İslâm milletleri için en önemli birleştirici faktör olup, ümmetin birlik ve beraberliği ancak din bağı ile sağlanabilir. Müslümanlar din bağına sımsıkı sarılmalı, bu bağdan dolayı kardeş olmalı, ancak başka din ve inanç sahiplerine de adil davranmalıdır. Dünyayı bir sulh, sükun ve fazilette yarış meydanı haline getirmelidirler.(el-Urvetül Vüska, s. 10, 44, 48)

Efgani İslâm birliği için hac ibadetine de özel önem verir. Hac mevsiminde Müslümanlar birlik ve beraberlik içerisinde ortak meselelerini görüşmeli, fikir alışverişinde bulunmalı ve işbölümü yapmalıdırlar. Hac ibadetinin bu duygularla yerine getirilmesi İttihad-ı İslâm’ın gerçekleşmesini kolaylaştıracaktır. (a.g.e., s.35)

İslâm birliğinin üçüncü dayanağı ise hilafet kurumudur. Siyasi, ekonomik, askeri, kültürel bir birlikteliğin vücut bulabilmesi için tek bir merkezi otoriteye ihtiyaç vardır; bu da halifedir. Yani birlik için güçlü bir hilafet kurumunun varlığı zaruridir. (el-Urvetül Vüska, s. 72).

Cemaleddin Efgani Sultan Abdülhamit döneminde Sünni-Şii yakınlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla kültürel çalışmalarda bulunmuştur. Abdülhamit’in isteği üzerine İttihad-ı İslâm ve Şii-Sünni yakınlaşmasının yolları konusunda bir rapor hazırlamıştır. Ancak İngilizler’in bu faaliyetten rahatsız olmaları ve bu yüzden Sultan’a baskı yapmaları, İran Şahının öldürülmesi olayında Efgani’nin parmağı olduğu söylentileri, Abdülhamit’in Şiilikle itham edilme korkusu gibi nedenler bu çalışmaların ertelenmesine sebep olmuştur.

Muhammed Abduh

Cemaleddin Efgani’nin öğrencisi olan Muhammed Abduh, Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da selefleri arasında saydığı bir diğer mütefekkirdir. Abduh, İslâm aleminin içerisinde bulunduğu durumdan endişe duyan bir insandı. O’nun İttihad-ı İslâm’ın ekseni içinde değerlendirilebilecek faaliyetleri şöyle özetlenebilir: El Urvetü’l Vüska dergisi: Abduh Cemaleddin Efgani’nin daveti üzerine Paris’e gelmiş ve burada el-Urvetü’l Vüska adlı bir dergi çıkarmıştır. Bu dergide İslâm aleminin problemlerine çözümler önermiştir. Abduh, İslâm aleminin kültürel, toplumsal ve siyasal alanda yepyeni bir yapılanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmekteydi. “el-İslâm vel-Nasraniyye Ma’al ilm vel-Medeniyye” eserinde Batılı şarkiyatçıların İslâm dinine yönelttiği eleştirilere yönelik fikirlerine yer vermiştir. Müslümanların sömürgeci devletlere karşı direnmesi gerektiğini savundu, direniş hareketlerini destekleyerek milli şuurun uyandırılmasına çalıştı. Abduh, Kur’ân-ı Kerim’in tek ve değişmez anayasa olduğunu, içtimai problemlere yalnızca Kur’ân hükümleriyle çare bulunabileceğini savunmuştur. Batıdan iktibas edilen kanunların Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği ortadan kaldırdığını düşünen Abduh, Kur’ân hükümlerinin toplumsal hayata yansıtılmasının şart olduğunu ileri sürmüştür. Abduh, Avrupalı devletlerin emperyalist siyasetlerine karşı çıktığı gibi İslâm dünyasında var olan istibdada da karşı çıkmıştır. Abduh, İslâm aleminde dört halifeden sonra yönetim şeklinin bozulmasını, saltanatın İslâm’ın özünde olmadığını savunmuştur. Saltanat kurumunun despotluğun önünü açtığını ve bundan Müslümanların zarar gördüğünü ifade etmiştir. Bu yüzden meşrutiyetten yana bir tavır koymuştur.

Hoca Tahsin Efendi

Osmanlı ilim adamları arasında saygın bir yeri olan ve Darülfünunun ilk müdürü olan Hoca Tahsin Efendi, İttihad-ı İslâm için çalışan mütefekkirlerdendir. Hoca Tahsin Efendi Darülfünun’da görevli olduğu yıllarda bir diğer İttihad-ı İslâm savunucusu Cemaleddin Efgani ile birlikte çalışmıştır. Burada hem Darülfünun öğrencilerine, hem de halka yönelik olarak düzenlenen konferanslarda Efgani ile birlikte faaliyet göstermiştir. Hoca Tahsin Efendi İslâm aleminin Hıristiyan Batılı devletlerden sürekli zarar gördüğünün farkındaydı. Bu yüzden İslâm alemini uyandırılması, İslâm milletleri arasında bir yakınlaşma doğması için 1870’li yılların başında Cem’iyyet-i İttihad-ı İslâmiye adında bir cemiyet kurmak istemişti. Ancak bu ad altında kurulacak bir cemiyetin Batılı devletlerin hoşuna gitmeyeceğini ve bundan zarar görebileceğini düşünerek cemiyetin adını Memalik-i İslâmiye Coğrafya Cemiyeti olarak tercih etti. Hoca Tahsin Efendi İslâm aleminin itikadi yönden de zayıfladığının farkındaydı. Kendisi jeoloji, fizik, kimya, astronomi, kozmoğrafya gibi tabiat ilimlerinde geniş çaplı bir birikim sahibiydi. Kuran hükümlerini açıklamada tabiat ilimlerinin prensiplerinden faydalanması çok eleştirilmişti. O bu eleştirileri şöyle yanıtlar: “Benim ilm-i namütenahiye meyl ü teveccühüm bilakis hakkıyla dindar olmak ve aklımın batalet ve aczini imtihan etmek içindi.” (Hazine-i Evrak, s. 346). Hoca Tahsin bu sözleriyle pozitif ilimlerle iştigalinin gerçek bir tahkike kavuşmak için olduğunu söylemektedir. Hoca Tahsin bu usulüyle hem Batılı devletlerin sahip olduğu bilimsel standartları hedeflemekte, hem de “İlahi düzeni” daha iyi anlamaya çabalamaktaydı. Bu metod din ve fen ilimlerinin birleştirilmesi yönünde atılmış çok önemli bir adımdır.

Ali Suavi

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslâm’da seleflerinden kabul ettiği bir diğer düşünür Ali Suavi’dir. Ali Suavi’nin fikirlerine bakıldığı zaman İttihad-ı İslâm idealini benimsediği görülmektedir. Bediüzzaman’ın “müfrit alim” diye vasıflandırdığı Ali Suavi, Londra’da çıkarmış olduğu Muhbir Gazetesinde yer alan, “öyle bir cemiyet içinde bulunmakla iftiharımı ilan ederim ki, cemiyet muradı dünyada mevcut olan bilcümle iki yüz milyon Müslüman’ı birleştirmek cihetine masruftur.” (Muhbir Gazetesi, 31 Ağustos 1868) sözleriyle İttihad-ı İslâm hedefini açıkça ortaya koymuştur. Doğu ile Batıyı kıyasladığı bir yazısında da “şarkta cinslik (ırk) davasına bedel Tevhid davası vardır. Yani Türklük hakim değildir, Müslümanlık hakimdir. Avrupa’da ise din hakim değil cinslik hakimdir.” (Muhbir Gazetesi, 12 Haziran 1868) sözleriyle şarktaki din birliğinin önemine dikkat çekmiştir. Suavi’nin yazılarında eğitime özel önem verdiği görülmektedir. Bu hassasiyeti muhtemelen o dönemde İslâm aleminin eğitim derecesinin Batının çok gerisinde olmasından kaynaklanmaktadır. Suavi sağlam eğitim görmüş toplumların dimdik ayakta kalacağını söyler. Muhbir gazetesinin birinci sayısındaki “Maarif” yazısında ferdin ve cemiyetin saadeti için medeniyetin şart olduğunu, medeniyet için ise çalışmanın ve usulüne göre çalışmak için ise ilmin yani eğitimin gerekliliği konusunu işlemiştir. (Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, s. 650, İletişim Yayınları, İstanbul 1994). İslâm milletlerinin en büyük problemlerinden birisi olan hürriyet meselesine de özel önem vermiştir. İslâmiyet’in özünde özgürlük ve hürriyet olduğunu söyler ve bu görüşünü Asr-ı Saadetten örneklerle güçlendirir. Mesela, Muhbir Gazetesindeki 14 Mart 1868 tarihli bir yazısında Hz. Ömer’in devlet idaresini yetim vesayetine benzettiğini hatırlatarak, padişahın bostan sahibi değil, bostanın emanetçisi olduğunu söyler. Suavi bu ve benzeri yazılarıyla özel olarak Osmanlı İmparatorluğunun ve genel olarak İslâm aleminin problemlerine çözümler önermektedir.

Namık Kemal

Bediüzzaman Said Nursi’nin hürriyet meselesinde etkilendiği düşünürlerden birisi olan Namık Kemal de İttihad-ı İslâm’ı savunan aydınlardandır. Namık Kemal, Osmanlı aydınları içerisinde İttihad-ı İslâm terimini ilk defa kullanan düşünürdür. (Hürriyet Gazetesi, 10 Mayıs 1869). Namık Kemal “İttihad-ı İslâm” adlı makalesinde Batı karşısında geri kalmış olan İslâm aleminin bu durumdan kurtulabilmesi için samimiyetle İttihad-ı İslâm idealine bağlanılması gerektiğini belirtir. Namık Kemal, İslâm aleminin geri kalmasının en büyük nedenlerinden birisinin Müslümanlar arasındaki tefrikalar (ayrılıklar) olduğunu söylemektedir. Ayrılıkların adavet duygularından ve mezhep farklılıklarından kaynaklandığını belirtir. Bu yüzden İttihad-ı İslâm idealinin siyaset ve mezhep davalarının üzerinde yürütülmesi halinde arzu edilen neticelerin alınabileceği sonucuna ulaşır. Bu makalesinde Babıali ve diğer İslâm ülkeleri arasındaki iletişim kopukluklarına işaret eder ve İttihad-ı İslâm’ın öncelikle Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve uhuvveti arttırmaya, ahlakı güçlendirmeye yönelik bir hedef olduğunu, siyasetin üstünde bir nitelik arz ettiğini şu sözleriyle anlatır: “Demek ki, ehl-i İslâm, suret-i ittihadını politika ağrazında veya mezhep mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sahifelerinde aramaya muhtaçtır.” (“İttihad-ı İslâm”, İbret Gazetesi, 27 Haziran 1872)

İslâm aleminin geri kalma nedenlerini işlediği “Terakki” adlı makalesinde İslâm alemindeki eğitimin yetersizliğine ve Müslümanların tembellik ve gafletine atıflar yapar. Bu makalede Müslümanların gaflet ve tembellik yüzünden Avrupa’dan geri kaldığını, Avrupa’nın ilerlemenin gereklerini yaklaşık iki yüzyıl önce keşfettiğini, Müslümanların da ancak eğitim ve sa’y (çalışma, gayret) ile Batı seviyesine çıkabileceğini belirtir. İslâm aleminin ancak çaba ve gayretler sonucunda ilerleyebileceğini şu sözleriyle açıklar: “Ayetle, hikmetle, icma ile, rivayetle, tecrübe ile, ibretle mübeyyendir ki, insan için her ne hasıl olursa sa’y ile olur, insan her neye vasıl olursa sa’y ile olur…” (Makalat-ı Siyasiyye ve Edebiyye, İstanbul 1911, s. 248)

Author


Avatar