Makaleler
Evrensel barışa doğru…
Kâinatta asıl olan güzellik, düzenlilik ve nizamdır; yaratılmış her şey belli bir ölçü içinde hareket eder ve kendisi için yapılan programa uygun olarak hayatını devam ettirir. Bu düzenlilik içinde, düzensizlik, çirkinlik, fenalık “istisnai” bir durumdur.
Yaratılma bakımından hemcinsi olan diğer yaratılanlar gibi, insan için de belli bir düzen öngörülmüştür. Hatta insanın, yaratılanlar arasında akıl, şuur gibi üstün özelliklere sahip olması, onu kâinattaki diğer yaratılanlar arasında daha üstün bir konuma getirmiştir.
Bu özelliklere sahip olan insanın, varlığın içindeki düzenliliğe uymaması beklenemez. O da “küçük kardeşleri olan sair taifeler” gibi bu düzenlilik içinde yerini almalıdır. Güzellikten, hayırdan, adaletten, barıştan, faziletten yana davranışlar gösterebilmelidir. Böyle olduğu zaman, “sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi takarrur edebildi” denilecek, insanlık da “kâinattaki küçük kardeşleri” gibi hayır ve fazilet yoluna girecektir.1
Barış da bu bağlamda ele alınması gereken bir konudur. İnsanlığın hayatında esas olması gereken değerlerden birisi de barıştır; çatışma, şiddet, savaş “istisnai” durumlardır. İslâmiyet, insan tabiatını dikkate alan İlahi bir nizam olduğundan, barışı yeğlemiş; insanların savaş, çatışma ve şiddetten kaçınmaları için ilkeler sunmuştur. Biz bu yazımızda Bediüzzaman’ın barışa dair görüşlerini anlamaya çalışırken, kavram kargaşasına neden olmamak için yazımızı belirli ilkeler üzerine kurmak istiyoruz.
Bu bakımdan cihad kavramına “tarihsel” ve “anlam” bakımından şu sınırları çizmek mümkündür: (I) Bediüzzaman, cihad kavramını tarihsel anlamda bir kırılma noktasıyla beraber ele almıştır. Bu kırılma noktası, 1350/1928 tarihidir. Bu tarih esas alınarak öncesi ve sonrası ile ilgili değerlendirmelerde bulunulur. (II) Bediüzzaman, yukarıda belirttiğimiz tarihten önceki dönemlerde “istisnai” de olsa din için savaş yapılmasını zamanın şartları gereği uygun görmüştür. (III) Müslümanların kendini savunmak zorunda kalmaları, yani “düşmanın tecavüzatını defetmek”2 tarihsel analizin dışındadır. Çünkü her zaman ve her şartta bütün insanlar/Müslümanlar doğal olarak kendilerini savunmak durumundadırlar.
Bu kavramsal çerçevenin imkânları dahilinde, savaşa/maddi cihada “istisnai” de olsa gerek duyulan dönemleri ve din için savaş döneminin kapanmasını sırasıyla inceleyelim:
İslâm Düşüncesinde Savaş “İstisnai” Bir Durumdur
Kur’an ve sünnette, barış öğretisinin temel metinlerini görmek mümkündür. Hz. Peygamber, Mekke’de peygamberliğini ilan ettiği zaman, inançsızlar kendisine cephe alarak, baskı ve zulümle İslâm’ın yayılmasına engel olmaya çalışmışlardı. Hz. Peygamber, müşriklerin baskılarına engel olamayınca, Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerine izin verdi. Ancak müşrikler boş durmuyordu, önce Habeşistan’a giden Müslümanların kendilerine iade edilmesi için Habeş kralı nezdinde girişimde bulundular; bu girişimde başarılı olamayınca da, Müslümanlara karşı ambargo uygulamaya başladılar. Üç yıl devam eden bu ambargo ile Müslümanlar, açlık ve sefalete mahkûm edilmek isteniyordu.
Müslümanlar bu zulümleri yaşarken, savaş izni henüz gelmemişti. O dönemde nazil olan, “…Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir”;3 “…İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”4 mealindeki ayet-i kerimelerde sabır ve tevekkül tavsiye ediliyordu.
Bu arada Müslümanlar sürekli eziyet görüyor; sahabeler, kimi dayak yemiş olarak, kimi de yaralanmış olduğu halde Hz. Peygambere gelerek, maruz kaldıkları zulümleri anlatıp, şikayet ediyorlardı. Bunlara karşı Hz. Peygamber, “Sabrediniz, çünkü henüz savaş ile emrolunmadım.” buyuruyordu.5
Nihayet hicretten sonra savaşla ilgili ilk defa bir ayet nazil oldu: “Kendilerine savaş açılan kimselere (kâfirlere karşı koymak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir.”6 buyuruluyordu.
Hz. Peygamber, bu ayet-i kerimenin nazil olmasından sonra, çeşitli seriyyeler tertip ederek etrafa gücünü büyük göstermeye çalışıyor; ancak düşman tarafından savaşa girilmedikçe bunlara savaş ve öldürme emri vermiyordu. Hatta Bedir, Uhud, Ahzab (Hendek) savaşlarının hep savunma savaşı oldukları ve bu halin bir süre devam ettiği de bir gerçektir. Yazır’a göre, savaş ayetlerinin nazil olmasından sonra, Hz. Peygamberin savunma durumuna devam etmesi, o zamanın şartlarıyla ilgiliydi. Şayet siyaseten taarruz gerekseydi; Hz. Peygamber taarruz da yapabilirdi.7
Bu uygulamalar, Hz. Peygamberin barışı esas aldığını, ancak düşmanın durumunun Müslümanları savaşa/taarruza zorlaması halinde böyle bir girişimden de geri durmayacağını göstermektedir.
Savaşa İzin Verilen İstisnai Durumlar
İslâm’ın savaşa bakışını açıklama iddiasında olanlar, o dönemde nazil olan ayet-i kerimelere bakarak iki gruba ayrılmışlardır. Bu görüşlerden birisi, “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah haksız saldırıda bulunanları sevmez.”8 mealindeki ayeti esas alan gruptur. Bunlar İslâm’ın taarruza cevaz vermediğini iddia ederek İslâm’ın savaşçı bir din olmadığını açıklamaya çalışmışlardır.
Aksini iddia edenler de, bahsedilen ayet-i kerimenin devamında yer alan -mealen- “Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın…”;9 “Müşriklerle topyekün savaşınız.”10 ayetlerine dayanılarak taarruza da cevaz verildiğini söylemişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır da bu kanaattedir.11
Bu konuda görüşlerini dile getiren, “Darülislam-Darülharb” kitabının yazarı Ahmet Özel, savaşların savunma veya taarruz olarak ayrılmasının mümkün olmadığını belirterek, “Harp halini gerekli kılan düşmanlıktan maksad, doğrudan doğruya veya dolaylı yollarla İslâm toplumunun varlık ve istiklaline ve Müslümanların dinlerinde fitneye yol açacak şekilde ülkelerine, mallarına ve kendilerine tecavüzdür. Müslümanların emniyet ve selametlerini tehdit, İslâm tebliğ ve davetini engellemek veya gerçek bir tehlike sayılacak şekilde Müslümanlara karşı kötü niyet beslendiğine delalet edecek tavır ve hareketler harbi meşru kılan sebeplerdir.” demektedir.12
Ahmet Özel, savaşın meşru olabilmesini üç nedene bağlı olarak açıklar: (I) “Meşru müdafaa denilen ve Müslümanlara veya ülkelerine yönelen tecavüzlere karşı savaş.” (II) “Zayıf durumdaki azınlık Müslüman bir topluluğun onlara zulmeden ve haklarını çiğneyen kendi gayr-i müslim devletlerine karşı İslâm devletinden yardım istemeleri halinde onlara yardım maksadıyla yapılan savaş.” (III) “Önceden mevcut bir savaşın kesintiye uğramasından veya yapılmış bir sulhun düşman tarafından bozulmasından sonra tedip ve sulh halinin temini maksadıyla savaşa devam edilmesi”dir.13
Hz. Peygamberin “Sahibü’s-seyf” Olması
Bediüzzaman, istisnai olarak da olsa savaşa mecbur olunmasını iki nedene bağlı olarak açıklar. Bunlar;
(I) “İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak”
(II) “Düşmanın tecavüzatını defetmek”14 için silahla, kılıçla savaşmak.
Bunlardan ikincisi yukarıda da belirtildiği gibi, tarihsel kırılmalardan etkilenmeyen, her zaman geçerliliğini koruyan bir durumdur. Ancak, ilki tarihsel sınırlamalar gerektirir. Bediüzzaman, cihad anlayışında milad kabul ettiği 1350/1928 tarihinden önce, insanlığın yaşayış biçimi ve kültürel seviye maddi cihadı mecbur kılıyordu. “Zaman-ı salifte, yani galabe-i vahşet vaktinde alemde hükümferma vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkumu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi.”15 Böyle bir zamanda zulümde, inançsızlıkta inad eden düşmanı durdurmak pratik olarak mümkün görünmüyordu. Bundan dolayı hak ve hakikati yaymak, kendini dinletebilmek için “istisnai” olarak kuvvete başvurmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu.
İşte İslâm’ın bu özelliğinden dolayı, İncil’in birkaç yerinde “Alemin Reisi” ünvanıyla müjde verilen Hz. Peygamber, “Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir peygamber” olarak tanımlanmıştır.16 Yani, Hz. İsa (a.s.) gibi kılıçsız olmayacak, kılıç sahibi (sahibü’s-seyf) olarak cihada memur olacak, onun sahabeleri de kılıçlı olup ve cihada memur olacaklardır.17 Ayrıca, sahabeler de başlangıçta az olmalarına rağmen, “yükselip, kalınlaşıp, kuvvetleşerek, küffarın gayzlarını [öfke] onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılıçlarıyla nev-i beşeri kendilerine musahhar edip, reisleri olan Peygamberin (a.s.m.) ise aleme reis olduğunu ispat edecekler”dir.18
20. Yüzyıl: Yeni Bir Hudeybiye Dönemi
20. yüzyılın şartları önceki dönemler gibi değildi. Temel hak ve hürriyetler, din ve vicdan hürriyeti gibi değerler bütün insanlar tarafından benimsenir hale gelmişti. Herkesin görüşüne saygı duyulan bir döneme girilmişti. İnsanlar savaşmadan birbirini dinleyebilir hale gelmişti. İletişim vasıtalarındaki ve kültürel düzeydeki gelişmeler böyle bir imkânı ortaya çıkarmıştı. Kısacası, “tasallut-u medeniyetin zamanında alemin hükümranı ilim ve marifettir.”19 İşte yeni dönemin bu özelliklerinden dolayı cihad anlayışı da değişmiş; kılıçla savaşla yapılan ikna yöntemi terkedilerek, bilimle, eğitimle, delille yapılan bir ikna yöntemi zamanı gelmiştir; yani, maddi cihad döneminin kapanmış manevi cihad dönemi başlamıştır.20
Bediüzzaman, “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır.” mealindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken de, maddi cihad döneminin kapanıp, manevi cihad döneminin başladığına dair, Kur’an’ın bir işaretinden bahsetmiştir. Türkiye’de laikliğin yerleştirilmesine dair çabaların sarfedildiği bu tarihte (1350/ 1928),21 vicdan hürriyetini sağlamak hükümetlerin görevi olacağından manevi cihadın önündeki engeller kalkmış; “dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada” gerek kalmamıştır.
Bundan sonra, “mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak”, dindeki hakikatler “iman-ı tahkiki” kılıcıyla insanlara ulaştırılacaktır. Bu vazifede de iman-ı tahkiki dersleri veren Risale-i Nur, önemli bir fonksiyon icra edecektir.22 İnsanlar çatışarak iletişim kurmak yerine; konuşarak, müzakere ederek, tartışarak iletişim kuracak; hak ve hakikatin yaygınlaşması barış yoluyla olacaktı.
Hz. Peygamberin Hudeybiye’de yaşadığı tecrübeye benzer bir durum sözkonusuydu. Hudeybiye’de, başlangıçta Müslümanların aleyhine gibi görünen şartlar, nihai olarak Müslümanların lehine dönmüş; İslâm’ın hızla yayılmasına neden olmuştu. Barış dolayısıyla insanlar biribirinin arasına karışmış, görüş ve düşüncelerini anlamış; İslâm’ın güzellikleri ve Kur’an’ın nurları kavimlerin taassup perdelerini yırtarak hükmünü icra etmişti.23
İşte Bediüzzaman’ın ifadesiyle 1350/1928 tarihinde başlayan manevi cihad devri de, asrı saadette Hudeybiye Barışıyla kısa bir süre uygulanan örnek barış dönemi gibi bir fonksiyon icra edecektir. Eskiden bir iletişim tekniği olan savaş, yerini barışçı iletişim yöntemlerine bırakacak, cihad, “iman-ı tahikiki” yoluyla yapılacaktır. İnsanlarla kurulacak diyalog neticesinde, cihad-ı manevi yerine getirilecektir. İslâm’ı insanlara anlatmak, “hakiki medeniyet”, “maddi terakki” ve “hak ve hakkaniyet”in manevi kılıçlarıyla yapılacaktı.24
Savaşsız Bir Dünya İçin: Sulh-u Umumi
Bediüzzaman’ın bu tavrı özellikle İslâm ve savaş arasında bağlantı kurma eğilimleri açısından oldukça önemlidir. Artık din için savaş dönemi gerilerde kalmıştır. Eskiden “istisna” olarak “düşmanın taassubunu kırmak” için izin verilen savaşlar dönemi kapanmıştır.
Bediüzzaman, 20. yüzyılın başından itibaren barış dolu bir dünya kurulabilmesi için çeşitli önerilerde bulunmuştur. Gerek yurt içinde gerekse dünyada barışı amaçlayan bu önerileri şöyle özetleyebiliriz:
(I) Asayişin korunmasını ve şiddete tevessül edilmemesini tavsiye etmiştir. Talebelerinin şiddete yönelmelerini önlemiş; yöneticilerin barışı destekleyen projelerine hararetle sahip çıkmıştır.
(II) Dünyada barışın korunabilmesi için insani değerlerde birleşilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Yöneticilerin dünyanın sair devletleriyle yaptıkları barışçı antlaşmaları desteklemiş ve onları bu faaliyetlerinden dolayı tebrik etmiştir. İslâm dünyasında barışın tesisine yardımcı olacak Sadabat Paktı için Cumhurbaşkanını tebrik etmiş;25 İkinci Dünya Savaşına girilmemesi gerektiğini savunmuş;26 savaş sırasında çocuk, kadın ve ihtiyarların göreceği zulümlere dikkat çekerek savaştan kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir.27
(III) İslâm toplumlarının birbirlerini anlayabilmeleri ve dostane ilişkiler kurabilmeleri için kültürel zemin oluşturmak maksadıyla Medresetüzzehra adını verdiği bir eğitim projesi önermiştir. Bu projenin temel amaçlarından birisi Ortadoğu’da kalıcı barışın tesis edilmesidir.
(IV) Toplumsal barışın sağlanabilmesi için zekatın hayata geçirilerek, faizin yasaklanması üzerine tahşidat yapmış, bu yolla toplumsal tabakalar arasındaki farkın azalarak karşılıklı muhabbetin gelişeceğini belirtmiştir.
(V) Ülkede birliğin sağlanabilmesi için din, vatan ve sınıf birliğine dikkat çekmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir nokta, din kardeşliği önemsenmekle beraber, vatan ve sınıf birliğinin de inkar edilmemesidir. Bu bakış açısı, toplumun bütün kesimlerinin inancı, sınıfı ne olursa olsun kardeşçe yaşamalarını gerekli kılan teorik bir zemindir.
SONUÇ
Bugün evrensel bir barış ihtiyacı, bütün insanlığın üzerinde birleştiği bir konudur. Ancak, çeşitli yorumlarla barışın tehlikeye düşürüldüğüne sık sık rastlıyoruz. Her ne kadar temel hak ve hürriyetler konusunda bir çok yeni gelişmeler yaşanıyorsa da, temel esasını menfaat, unsuriyetçilik, çatışma, şiddet ve nefsin istekleri oluşturan Batı medeniyeti, çatışmayı beslemeye devam etmektedir. İki Dünya Savaşı ile insanlığı kana bulayan, sürekli çatışma ve şiddeti gündemde tutan başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri, kendi varlık ve üstünlüklerini kuvvet ve çatışma ile sağlama eğilimini devam ettirmektedir. Bediüzzaman’ın, Batı medeniyetin 20. yüzyıldaki durumunu anlatmak için kullandığı, “Kurun-u ulanın mecmu vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!” sözü bu yüzyılda da kendini hissettirmektedir.28
Öyle anlaşılıyor ki, bugün dünyada gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için, Kur’anî düsturların yaşanılır hale getirilmesi gerekmektedir. Bu da Kur’an’ın zamanımız anlayışlarına göre yorumu olan Risale-i Nur’a insan topluluklarının sahip çıkmasıyla mümkündür. “Sulh-u umumi” Kur’an’ın evrensel değerlerinin bütün insanlık tarafından benimsenmesinden sonra, dünyada ancak kendini gösterecektir.29
Dipnotlar
1. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 1995, s. 41-48
2. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41
3. Bakara, 2/109
4. Maide, 5/13
5. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C: 5, Azim, İstanbul, s. 492
6. Hacc, 22/39
7. Yazır, Hak Dini…, C: 2, s. 29
8. Bakara, 2/190
9. Bakara, 2/191
10. Tevbe, 9/36
11. Yazır, Hak Dini…, C: 2, s. 29
12. Ahmet Özel, Darülislam-Darülharb, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 47
13. Özel, Darülislam…, s. 47-49
14. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41
15. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1993, s. 81
16. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 168, 170
17. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 39
18. Nursi, Lem’alar, s. 38
19. Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 82
20. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 68; Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41
21. 1350 (Rumi) 1928 tarihine tekabül etmektedir. Bu tarihte, 1921 ve 1924 Anayasalarında yer alan bir madde olan, “Devletin dini, din-i İslam’dır” hükmü çıkarılmıştır. 1928 yılında yapılan bu değişiklikle, Anayasada yer alan dini bazı ibareler kaldırıldığından bu değişiklik, laiklik istikametinde önemli bir değişiklik olarak yorumlanmıştır. (Servet Armağan, Bugünkü Anayasa Düzeni, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980, s. 26)
22. Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, 79-80
23. Nursi, Lem’alar, s. 35, 38
24. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 41
25. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 437
26. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 76
27. Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 160-161
28. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 57
29. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 710-711; Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 609-610.