Makaleler
Risâle-i Nur Estetiği ve Soyut sanat zorunluluğu
Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.
Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.
Muhakemat, s. 79.
Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğerle beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın nevâmisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle:
Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek ayna gibi hariçten in’ikâs eden hakikatin şualarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklit ve muhâkât eder.
Evet, kelâmda hakikat olmazsa da, en ekall şebih ve nizamından istimdat etmek ve onun danesi üzerinde sümbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmazsa, belâgat hurâfât gibi, hayal gul gibi, sâmie hayretten başka bir fayda vermez.
Muhakemat, s. 91.
Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki:
Kelâmda hissiyat da tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezc etmek, selâsetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i müteselsilede tederrüç lâzımdır.
Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikâs edebilsin.
Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak; ve neseplerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar ben’im” veyahut “Keennehu” veyahut “Benim veledimdir.”
Hem de garazın mesîlinde ve kastın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe temayül etmemektir. Tâ canipler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir.
Hem de kastın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek selâsetin selâmetine lâzımdır.
Muhakemat, s. 96, 97.
Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.
İşaratü’l-İ’caz, s. 71, 72.
Yaşamda gerçekleşen bir takım vakıaları ve tabiattaki faaliyetleri, sanat eserine aksettirme çabası, insanı, diğer varlıklardan ayıran bir başka özelliktir. Bu aksettirme çabası, bir tür zorunluluk olarak da görülebilir. Çünkü; bu, insan tavrının, vazgeçilmez bir tabiatı gibi bidayetten günümüze kadar “ihtiyaçlılığını” hissettirmiş ve formunu korumuş bir sebep-sonuç ilişkisidir. Bu açıdan düşünüldüğünde, insanlar, yüklenmiş oldukları emanetin şuuruyla, “Düşünme” fiilini gerçekleştirmiş, bu fiili, bir şekilde ifade etme ihtiyacı duymuşlardır. İlk çağlarda ise bu ifadeler, “resim, heykel, yazı…” gibi tarzlarda kendini göstermiştir.
İlk devirlerde olduğu gibi günümüzde de bu ifade tarzlarının sanat eseri olarak değer kazanması, farklı şekillerde olmaktadır. Çünkü; sanat, dış dünyadaki gerçeklikleri matematiksel bir boyutta ele alıp işleyemez. Gerçekte de, matematiksel boyut kesinlik ve değişmezlik arz eder, oysa sanat eserine böyle bir yakıştırma izafe etmek; onu, monoton ve trajik bir duruma düşürür. Asıl olan, tabiatta var olan unsurların tezat teşkil etmeyecek şekilde kullanılmasıdır. Bu tür bir kullanım, “asıl gerçeğe” yani sanat eserinin arkasındaki “Sani”ye ulaştırmada vasıta olacaktır.
Her sanat eserinin bir estetiğe dayanması, onun, değer kazanmasında bir tür referansıdır. İlk çağların “Tanrı-Tanrıça resim ve heykelleri”, mitoloji ve halk hikayeleri gibi sosyal değerlerin bir yansıması olarak düşünülebilir. Zamanla semavî dinlerin hakimiyetiyle “put”laşan bu eserler, yerini değişik mahiyet ve şekildeki sanat eserlerine bırakmıştır.
“Tasvir Yasası” olarak göze çarpan bu tavır alış, sadece İslamiyet’te değil, diğer din ve felsefi sistemlerde de kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Kur’an-ı Kerim’de tasvir yasağı sarih bir biçimde konmamıştır. Ancak, edille-i şer’iyyenin ikincisi olan “Hadis-i Şerif’lerde bu yasağa rastlamak mümkündür.
Yine Hıristiyanlıkta, “Resim ve Heykel”in yasaklandığı bir vakıadır. Protestanlığın öncüsü sayılan Martin Luther’in de kiliselere “Resim ve Heykel” yasağı koyduğu bir gerçektir. Her ne kadar zamanımızda bu yasaklamalar görünmese de, putperestlik kaygısı sürmektedir.
Tüm bu yasaklamalar, Müslüman sanatçıları başka seçenekler aramaya zorlamış, bir nevi itici güç olmuştur.
Soyut sanat ifadeleri
Sanat anlayışının “soyut” biçimlere zorunlu intikali ile sanata karşı izlenilen ilk tavrın, “edebiyat” olduğunu söylemek sanırız abartılı olmaz. Kitabet ilmi, hemen her devirde kullanılan evrensel bir materyaldir. İlk suhufun Hz. Adem’e (as) indiği düşünülürse, kitabet ilminin evveliyatı anlaşılmış olur. Nitekim edebiyat, “nonfigüratif’lik kaygısından uzak olması münasebetiyle oldukça önemli bir mevkie sahip olmuş; şiir, kıssa, vecize gibi formlarla yorumlanagelmiştir.
Edebiyatın tarih sahnesinde “Sanat sanat içindir”, “Sanat toplum içindir” gibi farklılığa sebep olması da onun, monotonlaşamayacağını gösterir. Başta da yazdığımız gibi sanat eserleri, matematiksel boyutlara getirilerek monotonlaştırılamaz.
Peygamber Efendimizin, bazı kavramları açıklarken şiirden yararlandığı rivayet ediliyor. Sahabelerden de şair ve kassaslara rastlamak mümkündür. Ayrıca; Mevlana, Yunus Emre gibi zatların belagatçılığı da düşünülürse, “İslamî sanat anlayışı”ndan bahsetmek mümkün olur. İşte bu doğrultularda, yakalanması gereken estetiğin “Risâle-i Nur estetiği” olduğu kabul edilmelidir. “Belagatın ruhuna taalluk eden meseleler”in çözümlendiği Nur’lara, bir sanat eserinin uygunluğu, o sanat eseri için bir nişan madalyası gibidir!
Şüreç, tebliğe ait olan subjelerin, gerçekliklerinin büsbütün arındırılması ve hiçbir fenomeni dile getirmeyen bir ifadeye doğru ilerlemesi şeklinde kendini göstermektedir. İslamî bir anlatımda kullanılan sanat, Kur’an estetiğine dikkat etmek mecburiyetindedir. Zira temsil edilen ifadelerin mahiyeti son derece hassas olabilmektedir. Bu ise zaman zaman pek çok müşkülatı beraberinde getirmiştir. “Kur’an’ın bir i’caz-ı manevisi olan Risâle-i Nur” estetiği iyi tespit edilirse bu tür zorlukları aşmak hiç de zor olmayacaktır.
Risâle-i Nur estetiği
Risâle-i Nur’lar bir Kur’an estetiğidir. “Risâle-i Nur, Kur’an’ı Azimüşşanla bağlanmış bir hakiki tefsirdir.”1 Bu bağlamda verdiği güven ve cesaretle, tüm menfiliklere, zulme, fikri zorlamalara meydan okuyabilecek kapasiteyi haiz bir anlam bütünlüğüne sahiptir. Belagatındaki parlaklık ve üslubundaki üstün tavır, “mukteza-yı hale mutabık” olup, insanlara akılları seviyesinde hitabı esas almıştır. Bu hitap, tebliğde de çok önemlidir. Ancak bu prensiplerin daha çok sanat eserleri için olduğunu düşünmekteyiz.
Fakat bu ölçü, “sanat, hayatı olduğu gibi aksettirmektir” şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu tür bir anlayış, sanatı ve sanatçıyı basite indirgemek olur. Buna mukabil “sanat sevicilerinin” bu indirgemeyi bertaraf etme çabası, sanatı, tarumar etme tehlikesini ortaya çıkaracaktır. Bu ikilem içerisindeki bir sanatçı, ölçü olarak, feyzini Kur’an-ı Kerim’den alan, Risâle-i Nur’ları kabul etmelidir. Bu, fahiş hataları ve ön yargılı davranışları önlemede en etkili bir yoldur. Unutulmamalıdır ki, ferdin olaylara, tavırlara ve problemlere biçim sürecinin gerçekleşmesi, ancak sanat kuramıyla mümkündür. Bu, bir tür itibar kazanmadır. Lakin bu sürecin gerçekleşmesi, doğal gerçekliği aşmamalı ve “manayı feda ettirecek” derecede kapalı olmalıdır. Bu, bir bakıma demagojik ifadelerin edebiyata olan edepsizliğidir! Sanat, “gerçeklilik” kanununu beraberinde getireceği için sanatçı, sebep-sonuç münasebeti içerisinde muhtelif çeşitliliği ve sonsuz imkânları “Tek”e indirebilmelidir. Bu, “sonsuzluğa son vermek” ilkesine de itiraz etmek mantıksızlıktır.
Bir başka soyut sanat: musiki
Musiki de tasvir yasağının pratik bir sonucudur. Edebiyat, zihnî temellere dayanır. Yani edebiyatta ağır basan taraf “entelektüel”liktir. Ancak musiki, psikolojik bir disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın sanatla “senli-benli” olma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın mutmain olduğu en cazibedar sanat gerçeği musikidir. Çünkü musiki, muhayyileyi sınırlamadığı gibi soyuta geçiş imkânlarını da kısıtlamaz. Fakat bu imkânın da zamanla çerçevesinin çizilmesi icap etmiştir. Ulvî hislerden uzak, “yetimane hüzünler” sergileyen ve “şehevî arzular”ı galeyana getiren musikinin cevaziyetini tartışmak herhalde mantıksızlık olmalıdır. Çünkü, gaye-i müzik, maddi aşklar ve cismani lezzetler değil, ilahi aşka ulaşabilme çabasıdır. Ne yazık ki, musiki objesi müteahhirin İslam alimleri tarafından tam olarak tanımlanamamış, hükmü konusunda hararetli tartışmalar başlatılmıştır. “Eğer hüzn-i yetimi veya şevk-i nefsani verse, alet haramdır. Demek, hüzn-i Kur’an’ı veya şevk-i tenzili veren alet, zarar vermez. Değişir eşhasa göre herkes birbirine benzemez.”2 diyerek meseleye noktayı koyan Bediüzzaman Said Nursi, bu konuda izlenilecek yolu en açık biçimde ortaya koymuştur. Ayrıca Bediüzzaman “huy izafiliği”ne de dikkat çekmiştir. Burada illet-hikmet meselesi hatırlanıp, ona göre hareket etmek gerekecektir.
Bu tür sanatlarda, açık da olsa, gizli de olsa İlahî aşkın tezahürü beklenir. Bu, sanat-aşk bütünleşmesidir.
Soyut sanatın da bir takım problemleri vardır. Bu oldukça doğal bir neticedir. Çünkü, soyutlamalarda objektivite sağlamak oldukça zordur. Burada, bir sanat eserinin bir çok kompleks yapısından bahsetmek de mümkündür. Bu kompleks yapı, sanatçının iç yapısında da oldukça önemli bir yer tutar. Aslında bütün mesele, duyularımızla kavradığımız nesnelerin, dış dünyadaki keyfiliğini aşarak, arkasındaki mutlak vahdete ulaşma çabasından kaynaklanmaktadır. Tabiattaki karmaşıklık rölativist bir yapıdadır. Bütün mesele masnuatın arkasındaki “Sani”nin keşfedilmesiyle aydınlığa kavuşacaktır. Yani sanatçı, dış dünyadaki geçici güzelliklerle oyalanmayı terk edemezse, bu karmaşıklığı ve kompleks yapıyı asla çözemeyecektir. Bu da inanç açısından son derece tehlikelidir. Bu tür bir sanat eserinin de başarılı olmasını beklemek ütopik bir takım düşüncelere esir olmak demektir.
Ayet ve hadis literatüründe sanata bakış
Biz burada tüm ayet ve hadisleri zikretmeyeceğiz. Sadece bir kaç örnekle konuyu özetlemeyi ve konu hakkında genel bir fikir dağarcığı oluşturmayı amaç edindik.
Şüphesiz İslamiyet, Müslüman’ın estetik ve zarif olmasını ister. Müslüman kaba saba olmamalıdır. Elinden geldiğince muhatabına göz zevki vermeli, yine bunu Allah rızası için yapmalıdır. Riyadan uzak durmaya dikkat etmelidir.
“Onlar kendi üzerlerindeki İlahi sanat mucizelerini hiç düşünmezler mi?”3 gibi ayetlerde, örnek alınması gereken sanat eserlerinin zarafetine, düzenine, intizamına dikkat çekme vardır. FKR ve DBR kökünden türeyen “İlahi sanatları tefekkür”ü tavsiye edici ayetin Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık otuz yerde geçmesi, konunun önemini ortaya koymaktadır!
Yine, Peygamber Efendimizin, “dağınık gördüğü bir mezarın topağını eliyle düzeltmesi” İslamiyet’in “görüş” zarafetine gösterdiği hassasiyetin boyutları açısından önemlidir.
Marifet Allah’ı aramaksa; sanat, o marifet ordusunun bir sancağı konumunda olmalıdır. “Esma-i Hüsna’daki her bir ismin, varlıklarda mutlak surette tezahür ettiği”4 gözönünde bulundurulursa, “sanat eserlerinin en mühim gayesinin yaratıcısına bakması gerektiği “5 anlaşılır.
Dünyanın dönüşündeki düzende “Mukaddir” ve “Munazzım” isminin, her bir bitkide de “Latif’ ve “Cemil” isminin cilvesini görmek bir ayrıcalıktır.
Her ne kadar Sani ile masnu arasında perdeler de bulunsa, “Allah, sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ister.”6
Sanat, İlahi aşkın elçisi olan bir semboldür. Bu elçi, mahiyeti ve bulunduğu konum itibariyle son derece vakar olmalıdır.
Sonuç olarak, İslamiyet’te, resim, heykel gibi somut sanat ifadeleri yasaklanmakta, soyut sanat ise sınırları çizilmek suretiyle serbest bırakılmaktadır. Sanatçı, kendi hislerini, duygularını bir şekilde parantez içine almalı, İslam’ın arzu ettiği mutabakatı sağlamalıdır.
Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 186.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 678.
3. Rum Suresi: 8.
4. Sözler, s. 573.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 278.
6. Sözler, s. 297.