Enstitü Sayfası
Risâle-i Nur Dili
Öncelikle belirtmek gerek ki, Risâle-i Nur’da, okuyan herkesin gerek zorlandığı için gerekse hoşlandığı için sezdiği bir özel dil vardır. Bu zorlanma durumu değişik sonuçlar doğuruyor. Kimileri zorlandığı için okumayı terk ediyor ve zihinlerinde “Risâle-i Nur’un dili ağırdır” gibi bir yargıyı ömür boyu taşımaya devam ediyorlar. Ve nihayetinde bu yargı gelip Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesi gerektiği noktasına dayanıyor. İlginçtir ki, Risâle-i Nur’un dili üzerindeki bu yargı, bu dili okumaya değil de, okumaktan vazgeçmek üzerine bina edilmiştir. Nitekim, çeşitli kereler girişilen sadeleştirme çalışmaları başarılı olamamış, buna mukabil Risâle-i Nur, bütün “ağır”lığıyla okunmaya ve anlaşılmaya devam etmiştir. İşte bu “ağır” kelimesi, bir farklılığın ifadesidir. Risâle-i Nur’un “ağır”lığı, özel bir “Risâle-i Nur Dili”nin habercisidir. Bu “ağır”lık konusunda hemfikir olduğumuza göre, sorulması gereken diğer soruları birlikte soralım: Bu ağırlık çekilebilir mi? Çekilebilirse, çekmeye değer mi? Bu ağırlığın çekilebilir olduğunu sayısız Nur talebesi kendi hayatlarıyla gösteriyorlar. Peki, Nur talebesi olmak gibi bir ağırlığı üstlenmeyenlerin sorusunu nasıl cevaplamalı: Bu ağırlığı çekmeye değer mi? Aşağıda anahatlarıyla ve kaba bir tasnifle sunmaya çalışacağımız “Risâle-i Nur Dili”nin misyonu, bu sorunun cevabını hazırlamaya yöneliktir.
I. Risâle-i Nur Dilinin Konuşlandırması
• a. Risâle-i Nur’un dili tarihsel değildir. Risâle-i Nur, ağırlıklı kısmı 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlıca’nın hâkim dil olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. İlk bakışta, Risâle-i Nur’a hakim olan dilin de eserin telif dönemindeki hakim dilin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Ancak, bu hükmün doğru olmadığı, aynı zamanda yazılmış başka eserlerin, üstelik gayridinî oldukları halde, Risâle-i Nur’a kıyasla çok daha ağdalı bir dile sahip olması, Risâle-i Nur’da kullanılan dilin tarihsel bir etkileşimden değil, kasdî bir niyetten kaynaklandığını gösterir. Risâle-i Nur’da Osmanlıca bir tabir ya da terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir “tercümesi”nin kullanılması, müellifinin Osmanlıca’ya denk gelen dili, seçeneksizlikten değil, özel bir seçimle kullandığını gösteriyor. Said Nursi isteseydi, meselâ, “levh-i mahv isbat” yerine “yazar-bozar tahta”, “irae eder” yerine “gösterir”, “beyder” yerine “harman” kelimelerini kullanabilirdi. Aynı cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen biri olarak, “eski” dil ile “yeni” dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden bihaber olduğu için “lisan-ı kadîm”e mecbur kalmış değildir.
• b. Risâle-i Nur’un dili coğrafî ya da millî bir izdüşüm değildir. Said Nursî’ye Osmanlıca’nın ihyası ya da Türkçe’nin uluslararası düşünce dili olması gibi bir kaygı güttüğünü söylemek yerine, Kur’ân kelimelerinin konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramların Türkçe konuşanlar başta olmak üzere her insanın zihnine oturması gibi bir misyonu yerine getirdiğini söylemek daha doğru olur. Gerçekten de, Risâle-i Nur’un özel bir Arapça eğitimi almadıkları halde, okuyanlarının diline çoğu vahyî kavramı, Kur’ân kelimelerini yerleştirmiş olması, onun Türkçe’yi değil de, en azından Türkçe konuşanların hayatını iman diline yaklaştırarak ihya etme; Türkçe’yi yeniden düşünce dili yapmak değil de, Türkçe konuşanlar örneğinde her coğrafyanın dilinin Kur’an kelimeleri ve Nebevî kavramlarla tezyin ve takviye edilebilirliğini gösterme misyonu yüklendiğini gösterir. Şu halde, Risâle-i Nur diğer dilleri konuşan milletler için, Kur’an kelimelerinin ve Nebevî terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir prototip, bir çalışma örneği olarak değerlendirilmeli.
II. Kur’ân’ı Okuyan Risâle-i Nur Dili
Risâle-i Nur’da ilk bakışta göze çarpan dil ağırlığı, Osmanlıca’nın ya da müellifinin yaşadığı dönemin hatırından değil, Kur’ân kelimelerini hatırlama zaruretinden kaynaklanır. Risâle-i Nur’un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde şöylesine bir göz gezdirme, “ağır” kelimelerin hemen hepsinin “Kadir-i Rahim”, “Hâkim-i Ezelî”, “Mâlik-i Ebedî” gibi, esmânın talimi, “acz”, “fakr”, “vird-i zebân”, “mütevazı'”, “mağrur”, “Asâ-yı Mûsa”, “Azâ-yı İbrahim” gibi vahyin talim ettiği temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak zikredildiğini gösterecektir. Risâle-i Nur’da, bu misyon peyderpey, hissettirilmeden, metnin ikinci ve gizli bir dili olarak gerçekleştirilir. Bu konuda, Altıncı Söz’e serlevha olarak seçilen Tevbe Sûresi 111. ayetinin, hemen altında, “Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve O’na abd olmak ve asker olmak…” diye başlayan cümle ile dile aktarılması örnek olarak okunabilir. Birinci Söz’de “Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar ‘Bismillah’ der…” cümlesinde zikredilen hayvanların, Zümer Sûresi 6. ayette “nimetin tecessüm etmiş” nümuneleri anlamında “en’am” olarak “tenzil” edildiği haber verilen sekiz çift ehlî hayvana tekabül etmesi özel eğitimin gereğidir. Yine Birinci Söz’ün özel kurgusuyla, Asâ-yı Musa’nın (as) ve Azâ-yı İbrahim’in (as), taş ve ateş karşısındaki duruşunun, yumuşak kök ve damarların sert taş ve toprak karşısındaki duruşuna, nazenin yaprakların ateş saçan yaz hararetine karşı duruşuna taşınarak, peygamber mucizelerinin adiyatı mucizat olarak görme talimine eklemlenmesi de özel bir Kur’ân okuması örneğidir. Yirmi Dördüncü Söz’ün vahye dayalı ontolojik çalışmasının en kritik yerinde varoluşun en büyük sorunu olan sevmeyi Al-i İmran 31. ayetiyle çözümleyen Said Nursi, ilgili ayeti takdim ederken, aslında ayetin anlam açılımını oluşturan kavramları yine ayetin kelimelerini konuşma diline aktararak özel bir ayet talimi yapar:
“Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et.” Şu halde “Asâ-yı Musa”, “Azâ-yı İbrahim”, “Habib”, “Mahbub-u Ezelî” gibi tabirlerin ağırlığından ürkenlerin, aslında imanları gereği nüfuz etmeleri gereken Kur’ân kültürünün kendilerine ne kadar hafif ve kısa yoldan sunulduğunu tecrübe edebilirler.
Tam burada Muhakemat’tan bir alıntı yaparak, Risâle-i Nur müellifinin ayet kelimeleri ile konuşma konusundaki kasdını ve ustalığını görmek gerek. Said Nursi, Nur Suresi 43. ve Yasin Suresi 16. ayetlerdeki belagati açıklarken, yine ayetlerdeki kelimelerle konuşur, ayetteki ana kavramlar üzerinden okuyucuya yeni düşünce alanları açar. Bu “tercüme” usulü meal kadar aşina edici olduğu kadar, mealin sınırlayıcılık ve kısıtlayıcılık kusurlarından da azadedir. (Meal çalışması yapanlar, ilgili ayetlerin mealleri üzerinde çalışma yaparak, aşağıdaki metnin Kur’ân’dan nasıl ustalıkla iktibas edildiğini görebilir ve özel bir meal formatı için ipuçları çıkarabilirler.)
“….birinci ayette [Nur, 43] olan istiare-i bedia o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci ayette [Yasin, 16] belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için güneşi durdurur.”
III. Esma-i Hüsnâ’yı Okuyan Risâle-i Nur Dili.
Risâle-i Nur’un dilindeki ağırlığın temel sebeplerinden biri, tüm cümle kuruluşlarında Esma-ı Hüsnâ’nın hatırını gözetmesidir. Birinci Söz’ün çok bilinen bir cümlesi üzerinden gidelim:
“İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisâtın karşısında titremeden kurtulasın.”
Bu cümlede, insanın ‘acz’inden Hâkim ismine, insanın ‘fakr’ından hareketle Mâlik ismine doğru kavramsal bir inşa gözlenir. Zira, insanın elinden bir şey gelmiyor oluşu-yani aczi-, herşeye, her zaman hükmeden birini-yani, bir Hâkim-i Ezelî’yi; insanın elinde hiçbir şeyin bulunmaması-yani fakrı-, herşeyi her zaman elinden bulunduran birini-yani, bir Mâlik-i Ezelî’yi-aratır. İnsan bu isimlere sahip Bir’ini bulamazsa kesret içinde kalacak, fakrından dolayı, kâinatın “dilenci”liğine düşecek, aczinden dolayı da hadisâtın korkulu bir “titreme” içinde olacaktır. Bu tabir aynı zamanda, “onlar için ne korku vardır, ne de mahzun olurlar..” mealinde tekrarlanan ayetlerin anlamına da bir göndermedir.
Risâle-i Nur’da sıkça zikredilen bize ilk okumada ağır gelen bu tür Esma-i Hüsna örneklerine bakılırsa, Risâle-i Nur dilinin Esmâyı hayatımıza taşımakta hayli hafif bir yol önerdiği görülecektir.
Yirminci Mektub’un İkinci Makamı da, “şehadet” kavramının cümle içindeki kullanımlarıyla, hem kâinat, insan ve Allah eksenlerinde şehadet eyleminin nasıl gerçekleştiği, hem de “Şahid-i Ezelî” isminin kavramsal olarak nasıl inşa edildiğini görmek üzere okunabilir.
IV. Kurguyla Konuşan Risâle-i Nur Dili
Risâle-i Nur’da özel bazı kavramlar ve bu kavramlar ekseninde gelişecek muhakemelerin ana hatları, yer yer, bölüm başlıkları, bölüm altbaşlıkları, bölüm sıralamaları olarak da kodlanmıştır. Bu konuda en görünür örneği, Otuzuncu Söz oluşturur. Otuzuncu Söz, ‘İki Maksad’ üzerine kuruludur ve ‘Birinci Maksad’, ‘ene’ye, ‘İkinci Maksad’ ‘zerre’ye ayrılmıştır. İlgili bahisleri mütalaa ettiğimizde, “içimizdeki en büyük görünmez” olan ‘ene’nin yerli yerine oturtulmasından sonra ancak “dışımızdaki en küçük görünmez” olan ‘zerre’nin yerine oturabileceğini anlamış oluruz. Otuzuncu Söz’de açıkça vurgulandığı gibi, afakî tefekkür, ancak enfüsî tefekkürün öncelenmesi ile istikamet bulur. Bu haliyle, Otuzuncu Söz, ene üzerindeki enfüsî tefekkürü Birinci Maksad olarak, zerre üzerindeki afakî tefekkürü de İkinci Maksad olarak ima eder.
‘Risâlet-i Ahmediye’ye dair Ondokuzuncu Söz’ün alt bölüm başlıklarının “Reşha” olması da, Yirmi Dördüncü Söz’de nübüvvet mesleğinin, “zühre, katre, reşha” sıralamasında, “reşha”ya, yani, hakikate aracısız muhatap olma haline denk gelen konumunu haber verir.
Mektubat’ta ve Sözler’de ‘şakk-ı kamer’ ve ‘mirac’ mucizelerinin birbiri ardınca zikredilmesi de, bu yazının çerçevesi dışında kalan, ancak her iki mucizenin makam ve maksadının anlaşılması konusunda önemli ipuçları barındırır. Bu sıralama kurgusu, her iki mucizenin birbirine bakarak hakkıyla okunabileceğini, Resûl-u Ekrem’in (a.s.m.) velayet ve nübüvvet kanatlarının buluşması bağlamında anlaşılması gerektiğini haber vermek üzere, “Şakk-ı Kamer mucizesine dair” zeylin ‘Beşinci Nokta’sındaki özel kelime kodlamalarıyla teyid edilir.
“Semâ-yı risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mucize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzı semâvatta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının Risâletine öyle bir mucize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurânî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.” Bu ifadelerdeki çok katmanlı şifrelemeyi başka bir makaleye havale ederek, Hz. Peygamberin (a.s.m.), miracın mazhar olduğu makamda aya benzetilerek “semâ-yı Risâletin kamer-i münîri” ünvanıyla zikredilmesine, ayın yarılması mucizesine mazhar olduğu makamda “iki nurânî kanat ve ziyadar cenah” ile “evc-i kemâlât”a uçmak, “Kab-ı Kavseyn’e çıkmak” gibi mirac detaylarıyla zikredilmesine dikkat çekmek istiyoruz. Bu küçük paragraf, Risâle-i Nur’un, hem “nübüvvet-velayet”, “semâvat-arz”, “keramet-mucize”, “risâlet-velayet” dengelerini gözeterek ve göstererek hem de “şakk-ı kamer” ve “mirac” mucizelerinin detaylarını akıcı bir metin içinde veciz olarak buluşturarak nasıl çok katmanlı ama kolay bir dil kullandığını ve ileri çalışmalar için nasıl bir kavram kılavuzu oluşturduğunu göstermek açısından hayli ilginçtir.
Bu cümleden olarak, Otuz Üçüncü Söz’ün “pencere” adıyla verilen alt başlıklarını izleyerek gayb “perde”sinden “pencere”ler açarak “gayb-aşina nazar”ı edinmenin değişik makamlardaki metodları çıkarsanabilir.
V. Meselle Konuşan Risâle-i Nur Dili
Özellikle Küçük Sözler’e hakim olan “iki adam”lı temsilî hikayecikler, Risâle-i Nur’un hem insana psikolojik içgörü kazandırmada kullandığı özel yöntemi açığa vurur, hem de vahyî mesajın ana eksenlerini oluşturan, “hayır-şer” “vücud-adem” “hudabin-hodbin” gibi kavramları yerli yerine oturtma ve yeniden inşa etme konusundaki özel çabayı haber verir. İşte tam bu noktada, Risâle-i Nur, düşünce kavramlarını inşa ve ihya etme çabasına, öteden beri hükmeden “ağır” izleniminin aksine, canlı, cana yakın, kolay, hafif ve doğrudan bir katkı sağlar.
VI. Kâinatı Konuşturan Risâle-i Nur Dili
Birinci Söz’de takdim edilen “lisan-ı hâl” terimi, aslında, Risâle-i Nur’un bütününe hâkim olan “kâinatı okuma” yönteminin habercisidir. Nitekim, aynı bahiste, “zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler”in, bir bahçenin [‘bostan’ olarak zikredilmiştir], “inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar”ın hal dillerinden “Bismillah”ın nasıl okunacağı gösterilmiştir. Lisan-ı hâlin çözümlemesine değişik açılardan uygulamalar sunan Birinci Söz metni, ağaç ve otların “ipek gibi yumuşak kök ve damarları”nın, “Asâ-yı Musa (a.s.) gibi” “Vur asânı taşa!” [Bakara, 60] emrine uyduğu, “ince ve nazenin yapraklar”ın da bir yaz boyu “ateş saçan hararete karşı” “azâ-yı İbrahim [a.s.] gibi” “Ey ateş, serin ve selametli ol!” [Enbiya, 69] ayetini okuduğu gözlemleriyle, Kur’an ve kâinat okumaları egzersizleri yaptırır. Diğer taraftan, Otuz İkinci Söz’de zerreden yıldızlara kadar bütün kâinatı “konuşturan” bir kurgusu içinde, Esma-ı Hüsnâ’nın eşya üzerinde nasıl okunabileceğine dair detaylı yöntemler verilir. Risâle-i Nur’un görünüşte sırf insana ve insanın lisanına atfedilen “duâ” kavramına, kâinatın tekellüme geldiğinin anlatıldığı Yirminci Mektub’un Birinci Zeyli’nde getirdiği, çok heyecan verici bir “kâinat okuması”nın alfabesini sunar:
“…esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duâdır. Yani, esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer; ve müsebbebi, Kadîr-i Zülcelâlden duâ eder, isterler. Meselâ, su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duâdır ki, ‘Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız’ derler. Çünkü, o mucize-i harika-i kudret olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, içtima-ı esbab bir nevi duâdır.”
Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerrattan bahseden ‘İkinci Maksad’ının Mukaddimesi’nde her bir zerreyi kâinat kitabının zikreden bir kelimesi haline dönüştüren, her bir zerreye açıkça konuşan bir dil kazandıran bakış şöyle takdim edilir. Bu bakış, “Bismillah” ve “Elhamdülillah” gibi Kur’ân kelimelerinin kâinatın dilinde de hecelendiğine, tesbihatın kevnî bir telaffuza ve tekellüme tercüme edilebileceğine tanıklık eder.
“…. her bir zerre, mebde-i hareketinde ‘Bismillah’ der; çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi… Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der; çünkü bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir.”