Enstitü Sayfası

İslâm Düşünce Tarihinde Hilâfet ve Sünni-Şii Ayrılığı

Hilâfet Kavramına Genel Bakış

Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlara dini, idari, ekonomik ve sosyal konularda öncülük edecek bir şahsın bizzat Peygamber Efendimiz tarafından belirlenmemiş olması, Ashabı İslâm toplumuna başkanlık edecek “halife”yi seçip, ona biat etme problemiyle karşı karşıya bırakmıştı. Peygamberlik makamı insanın günlük hayatı ile ilgili bütün konular hakkında düzenlemelerde bulunmayı gerektirmekteydi. Peygamber Efendimiz insanlara Allah’ın rızasına uygun yaşam standartlarını öğretmekteydi. Müslümanlar arasında vaki olan hukuki ihtilafları çözmüş, itikadi konularda açıklamalarda bulunmuş, ahlaki prensipler vazederek Müslümanlara hem örnek olmuş, hem de onları eğitmiştir. Peygamber Efendimizin vefatından sonra Müslümanlara öncülük edecek bir şahsın seçilmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Müslümanlara başkanlık edecek bu şahıslar İslâm tarihinde “halife” ismiyle anılacaktır. Hilafet kurumunun başında yer alan şahıslara halife, imam, emir’ül mü’minin gibi isimler verilmiştir.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra İslâm toplumundaki birlik ve beraberliğin, sosyal adalet dengesinin, sağlam itikadi yapının bozulmaması için Müslümanlara öncülük edecek bir şahsa “biat” etme maksadıyla Sahabeler arasında çalışmalar başlamıştı. Henüz Peygamberimizin naaşı defnedilmeden önce ensardan bazı kimseler Hazrec Kabilesi reisi Sa’d b. Ubade’ye biat etmek üzere harekete geçmişlerdi. Toplantıyı haber alan Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın katılması ile toplantının seyri değişmiş ve yapılan müzakereler sonucunda Hz. Ebu Bekir’e biat edilmiştir. (Taberi, 3, 206). İslâm tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için Müslümanların veya onların ileri gelenlerinin desteğini almasının şart olduğu fikrinin kaynağını ve gerekçesini oluşturmuştur. (Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Casim Avcı, C: 17, s. 541). Ashabın ilk olarak Hz. Ebu Bekir’e biat etmesinin nedenleri Hz. Ebu Bekir’in İslâm toplumunun idari işlerindeki faaliyetleri düzenleyebilecek kabiliyete sahip olması, Kureyş’e mensup olması, yaşı, tecrübesi, ilk Müslümanlardan olması ve Hz. Peygamberin en yakın arkadaşı olmasıydı. Devlet başkanının bu ölçülere göre seçilmesi Dört Halife devrinin (632-661) ortak özelliği olmuştur. Buna göre bu dönemde seçilen halifeler öncelikle bu işe kabiliyetli olmalı, İslâm toplumuna güven veren bir şahsiyete sahip olmalıydı. Bu ölçüler daha sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan Sünni itikadında, halifenin meşruiyet ölçüleri olarak kabul edilecektir. Hz. Ebu Bekir kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etmişti. Bu vasiyetten önce önde gelen Sahabelerin görüşlerini almıştı. Bu vasiyet hilafetin saltanata dönüştüğü yıllarda saltanat müessesesine meşruiyet kazandırmak maksadıyla kullanılmıştır. Ancak vasiyetin önde gelen Sahabelerin görüşleri alındıktan sonra yapılmış olması ve Hz. Ömer’in hilafetinin İslâm toplumunda zaten arzu edilen bir sonuç olduğu bu görüşleri çürütmektedir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in halife sıfatının ağırlığını kaldıracak kabiliyette olduğunu görmüş ve Hz. Ömer’in halifeliğini önermiştir. Zaten Hz. Ömer’in hilafeti yine biat ile meşruiyet kazanmıştır. Hz. Ömer kendinden sonra gelecek olan halifenin seçimini altı kişilik bir şura meclisine bırakmıştı. Bu meclisin müzakereleri sonucunda Hz. Osman üzerinde uzlaşmaya varılmış, daha sonra da halkın biatı alınmıştır. Hz. Osman’ın hilafeti, şehit edilmesiyle son bulmuş ve uzun tartışmalardan sonra Hz. Ali halife ilan edilmiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra İslâm toplumunda ortaya çıkan olumsuz hava iç çatışmaların, siyasi çekişmelerin başlamasına neden olmuştur. Bu dönemle birlikte ortaya çıkan kargaşa İslâm toplumu içerisinde itikadi ayrılıkların başlamasına da neden olmuştu. Hz. Ali hilafeti boyunca iç çekişmelerle uğraşmak zorunda kalmış, özellikle Hz. Osman’ın katillerinin bulunamaması bahane edilerek Hz. Ali sürekli rahatsız edilmiştir. Bu dönemde Müslümanlar arasında gerçekleşen Cemel Vakası, Sıffin Savaşı ve Hakem Meselesi İslâm toplumunda ilk siyasi görüş ayrılıklarından kaynaklanmıştı. Özellikle hilafetin kimin hakkı olduğu tartışmaları toplumsal gerilimin yükselmesine neden olmuştu. Hz. Ali’den sonra yerine geçen oğlu Hz. Hasan Muaviye’nin baskıları sonucunda hilafetten çekilmek zorunda kalmış, yerine Muaviye geçmiştir. Muaviye’nin halifeliği ile birlikte hilafet saltanata dönüşmüş ve yönetim biçimi olarak hiyerarşik yapılanmanın ve kan bağının esas alındığı bir sistem ortaya çıkmıştır.

Ehl-i Sünnet ve Şia Arasında Hilafet Tartışmaları

İslâm düşünce tarihine bakıldığı takdirde, hilafet meselesinin imani bir mesele olmamasına rağmen, çeşitli dini grupların şiddetli çekişmelerine ve hatta çatışmalarına neden olduğu görülmektedir. Hilafet kurumunun ve halifenin vasıfları mezhepler ve düşünce ekolleri arasında farklı ölçülerde değerlendirilmiştir. Özellikle Şii düşüncesinde halifeliğin Hz. Ali’nin öncelikli hakkı olduğu ve bu hakkın ondan gasp edilmiş olduğu görüşü ve dolayısıyla ilk üç halifenin hilafetlerinin meşru sayılmayışı, hatta İmamiyye gibi müfrit Şii fırkalarınca ilk üç halifeye biat edenlerin tekfir edilişleri, Hz. Ali’nin çocuklarının ve torunlarının İslâm toplumunda yöneticilik yapacak yegane şahıslar olduğu inancı hilafet meselesi hakkında yapılan tartışmaların çerçevesini çizmektedir. Şianın “imamın tayini” meselesini dinin özüne ait meselelere dahil etmesi tartışmaların aktifleşmesine ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Ehl-i Sünnet mensuplarının da bu tartışmalara kayıtsız kalmaması Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki en önemli anlaşmazlıklardan birisinin “Hilafet” kavramında cereyan etmesini netice vermiştir.

Şiilere göre hilafet, çözümü halka bırakılabilecek amme işlerinden değildir. Zira Hz. Peygamber vefatından sonra kendisinin yerine geçecek şahsı ismen belirlemiştir ki, bu zat Hz. Ali’dir (r.a.). Şii uleması Hz. Ali’nin hilafette öncelik hakkının olduğunu dört delil ileri sürerek savunurlar. Buna göre; (a) Hz. Ali hakkında varid olan hadis-i şerifler, (b) Hz. Ali’nin Şah-ı Velayet ünvanıyla bütün evliyaların üzerinde bir makam sahibi olması, (c) ilim ve şecaatte ileri olması, (d) Hz. Peygamberin ona ve onun nesline çok alaka göstermesi nedenlerinden dolayı ilk halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu savunulmuştur. Hz. Ali’den sonra ise hilafet müessesesinin başına Hz. Ali’nin oğulları ve torunları geçmelidir. Zira bunlar nas ile tayin edilmişlerdir ve her türlü hatadan, günahtan korunmuşlardır. Şia’da imamet anlayışı, sadece dünyevi işlere bakan bir kurumu ifade etmez. Hem cismani hem ruhani yetkiler bakımından nübüvvetin devamı olan bir kurumu anlatan “kutsal bir makam” olarak değerlendirilir. Şia alimlerinin, imamları dini hükümlerin tebliği ve yerine getirilmesi, mürtetlerle mücadele edilmesi gibi konularda peygamberlik makamının tek temsilcisi olarak değerlendirmesi, imameti dinin en önemli meselelerinden birisi olarak yorumlamaları ve imamı tanımanın ve ona itaat etmenin vacip olduğunu savunmaları karakteristik Şii inancını yansıtmaktadır. Ayrıca imamın erkek, reşit, hür, Kur’an’a, hadise ve dinin temel ilkelerine vakıf olup, müçtehit özelliklerini taşıması gerektiği ifade edilmiştir.

Ehl-i Sünnet itikadına göre ise halife belli yetkinliğe erişmiş Müslümanların reyiyle seçilmelidir. Buna göre halifenin meşruiyet ölçüsü, onun Müslümanların müzakere ve muvafakatiyle iş başına gelmiş olmasıdır. Hilafet kurumunun başına geçmek için Al-i Beyt’e mensup olmak esas bir unsur olarak kabul edilmemiş, halife olmak için gerekli şartlar tanımlanmıştır (erkek olmak, ilim sahibi olmak, vücut ve akıl yönünden sıhhatli olmak gibi). Halife olacak şahsın adalet sahibi olması öncelikli şartlardan kabul edilmiştir. Ehl-i Sünnet alimleri Şiilerin ilk hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğu ve bundan sonraki halifeliklerin de yalnızca Al-i Beyt mensubu imamların hakkı olduğu görüşüne katılmazlar. Sünnilere göre Hz. Ebu Bekir’in, Müslümanlar arasındaki statüsü ve kişiliği, idari işlerde kabiliyet sahibi olması onun ilk halife seçilmesindeki etkenlerdir. Sünni itikada göre halifenin Müslümanların müzakere ve meşvereti ile seçilmesi zaruri bir yöntem olduğundan dolayı Hz. Ebu Bekir’den sonra gelen Hz. Ömer ve O’nun akabinde halife olan Hz. Osman’ın hilafetleri meşrudur. Zira bu halifelerin tayininde hilafet müessesesinin gerektirdiği müzakere, meşveret, biat, adaletli ve ilim sahibi olma gibi şartların tamamına uyulmuştur. Aynı esaslar Hz. Ali için de geçerlidir. O’nun halifeliği de Müslümanların biatıyla meşruiyet kazanmıştır. Sünni itikadına göre halifenin ilk ve en esaslı görevi yeryüzünde Allah’ın ezeli adaletini uygulamaktır. Bu da ancak Kur’an hükümlerinin doğru uygulanması ve Sünnet-i Seniyye’nin ihya edilmesi ile mümkün olacaktır. Şiilerin ilk üç halifeyi meşru kabul etmemeleri ve hilafeti yalnızca Al-i Beyt’e mensup imamların özel hakkı olarak yorumlamaları zaman zaman siyasi garaz ve önyargılı hükümlerin zuhurunu netice vermiştir. Siyasi önyargılarla konuya yaklaşmış olan alimler ilmi ciddiyetin gerektirdiği soğukkanlılığı muhafaza edemedikleri için aradaki uçurumun derinleşmesine de neden olmuşlardır.

Risâle-i Nur’da Hilafette Öncelik Meselesi ve Ehl-i Sünnet-Şia Uyumsuzluğu

Bediüzzaman hilafet veya imamet meselesini dinin özüne müteallik meselelerden biri olarak kabul etmez. Kelam ilminde tartışılan meselelerden birisi olan hilafetin akideye dahil olmasını Sünni ve Şii ulemalar arasında cereyan eden tartışmalara bağlar. Buna göre hilafetin İslâm düşüncesi içerisinde bu denli yoğun tartışılmasının dinin özünden kaynaklanmadığını ve hilafet tartışmalarının İslâm tarihinde siyasi koşullar altında ulema veya siyasiler tarafından üretildiğini söylemek mümkündür.

Bediüzzaman öncelikle Hz. Ali’nin ilk üç halifenin hilafetleri zamanında onlara şeyhülislamlık yaptığını ve kendisine danışılan din otoritesi konumunda olduğuna işaret etmektedir. Hz. Ali’nin bu davranışı aynı zamanda Şia’nın takiyye teorisini de çürütmektedir. Zira Hz. Ali oldukça cesaret sahibi bir şahsiyetti. Eğer ilk üç halifenin hilafetlerini meşru kabul etmeseydi bunu kimseden çekinmeden söyleyebilirdi.

Bediüzzaman ilk üç halifenin devlet başkanlıkları döneminde İslâm topraklarının önemli ölçüde genişlemesine ve devletin kurumsal yapısının çok sağlam temellere kavuşmasına dikkat çekerek ilk üç halifenin “devlet başkanlığı” görevinde çok başarılı olduğunu belirtir. (Lem’alar, s. 28). Bediüzzaman’a göre bunun sebebi, Hz. Ali’ye oranla ilk üç halifenin siyasi konularda daha başarılı olmalarıdır. Bediüzzaman, bu durumun Hz. Ali’yi kesinlikle küçük düşürmediğine işaret eder. Çünkü, Hz. Ali dünyevi saltanattan ziyade manevi saltanata daha layık bir fıtrattaydı ve bu özelliği O’nu tüm insanlara üstad-ı küll hükmüne getirdi. (Lem’alar, s. 57). Hz. Ali tasavvuf geleneği içerisinde tüm evliyanın ilham aldığı manevi büyüklüğe sahiptir ve bu konuda Ehl-i Sünnetin itirazı yoktur. Bediüzzaman da Hz. Ali’yi hususi üstadı olarak kabul etmektedir.

Bediüzzaman Şiilerin Hz. Ali’ye isnat ettikleri “takiyye” teorisini kesin şekilde reddeder. Şii teorisyenlere göre Hz. Ali ilk üç halifenin hilafetleri zamanında onlar ile çekişmek istemediği için onlara tabi imiş gibi davranmıştır. Aslında onların hilafetlerini meşru kabul etmemektedir. Ancak ilk üç halifeden çekindiği için hilafet hakkının kendisine ait olduğunu ifade edememiştir. Bediüzzaman Hz. Ali’nin İslâm tarihinde cesaret ve ilmiyle tanındığını hatta “Esedullah” (Allah’ın aslanı) lakabını haklı olarak taşıdığını belirtir. Ayrıca ilk üç halife zamanında Hz. Ali’nin kendisine fıkhi konularda danışılan şeyhülislam konumunda olduğunu ifade eder. Bu yüzden Hz. Ali’nin takiyye metoduyla ilk üç halife ile iyi geçiniyormuş gibi görünmesi onun ne şahsiyetiyle bağdaşır ne de itikadıyla. Hatta Hz. Ali’ye takiyye isnat etmenin onun değerini düşürmek ve onu su-i ahlak ile itham etmek manasına geldiğini ifade eder. (a.g.e, s. 31)

Hilafet meselesinin İslâm aleminde Sünni-Şii ayrımına neden olmasını “manasız ayrılık” olarak yorumlayan Bediüzzaman, en kısa zamanda bu manasız ayrılığın bitirilmesi gerektiğini belirtir. Sünni ve Şiilerin arasındaki çekişmenin din karşıtı grupların işine yaradığını ve bunun İslâm’a büyük zararı olduğunu ifade eder. Bu iki mezhep arasındaki anlaşmazlığın aradaki ortak paydalarda buluşularak aşılmasının zaruri olduğuna değinir. Son yüzyıl içerisinde İslâm toplumlarında determinist ve pozitivist görüşler doğrultusunda şekillenen eğitim felsefelerinin Sünni-Şii ayrılığını daraltmadığı gerçeği önümüzde durmaktadır. Bu yüzden Bediüzzaman’ın aradaki ortak değerlerde buluşun önerisini hayata geçirecek somut adımlar atmanın Müslümanların birliğini sağlamada çok önemli bir rol alacağını söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hilafet meselesi basit bir tartışma gibi gözükmesine rağmen İslâm toplumunu Sünni-Şii diye ikiye ayıracak şekilde büyütülmüş siyasi problemdir.

Author


Avatar