Mana-i Harfi
Risale-i Nur: Ayine-i Samed
Ayine; yansıtmak, makes olmak, aslı ve özü algılara ulaştırmak gibi anlamları çağrıştırıyor. Sâni sanatında, bestekâr eserinde, aşçı yemeklerinde, çiçek ahenkli renklerinde mazhar olduğu güzellikleri yansıtıyor, algılara uygun bir ifadenin oluşumuna zemin oluyor. Varlık bütünüyle Sâni-i Zülcelale ayine… Her varlıkta Halık-ı Kerim’in bütün isimleri ifade ediliyor, hepsi yansıyor ancak bir isim daha ön planda. Her bir varlık adeta bir esma buketi gibi. Bütün varlıklar, zemini donatan esma tarlası gibi; merkezde, daha ön planda ayine olduğu isim ve onun etrafında bütün Esma-i İlahiye. Çiçekte Cemil, yağmurda Rahim, yaprakta Musavvir, şimşekte Kahhar ismi daha ön planda gözüküyor. Diğer isimler bunların etrafında harika bir uyumla yer alıyor. Kainat, bu haliyle her şeyde ve her bir şeyde bütün esmanın tecelli ettiği muhteşem bir bahçe.
Kalpte ise Samed ön planda. Onda belirgin olarak Samedaniyet yansıyor. Çünkü kalp ondan başkasına razı olmuyor ve masivaya yer vermiyor. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Ona muhtaç olan bir Zat, ondan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ayinede ancak ve en parlak şekliyle gözüküyor. Kalp ise Onu arıyor, Onu istiyor, Ondan başkasına razı olmuyor. Kalp, mecazi aşkların mercii olduğunda bile maşuk aşıkının kalbinde kendine yönelik olan sevgiden kendi aşkından başkasına razı olamıyor. Aşık ise kalbinde başka sevgilere yer vermemekle bu halin makesi oluyor.
Bozulmamış bir kalp, manaların oluştuğu, her şeyin kışırattan, şahsi özelliklerden, benlikle bağlantılı sıfatlarından sıyrılıp, manalara dönüştüğü, hakikatini bulduğu yer. Marifetin muhabbete, mülkün melekûta, eşyanın esmaya dönüştüğü iman mahalli. Münevver akıllar, selim ve nurani kalpler ise “alem-i gayb ve alem-i şehadet ortasında insani berzahlar.” O nurani kalpler, “hakikate mukabil ve vasıl ve mütemessil,” “küçücük bir arş-ı marifet-i Rabbaniye,” “cami birer ayine-i Samedaniye.” Ene ile yolculuğu sonucu marifete ulaşan insan, bütün mahlukatın aslına, manasına ve yaratılışının gerçek gayesine dönüştüğü bu yerde Rabb’ini bulacaktır. Burada sonsuz ihtiyaçlar sıfırlanmış, zenginlik, mal-mülk, evlad-ü iyal, dünyevi lezzetler önemini yitirmiştir. Ondan başka hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Her şey asli manasını bulmuş, esma olmuş O’na dönmüştür. “Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki, sû-i ihtiyariyle ifrada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar akreplerle doldu.” Yani O’nun sevgisinden başka sevgiler, mecazi aşklar, dünyevi güzellikler o makama yerleştikçe ayinedeki netlik, berraklık bozuldu. Samed artık yansımaz oldu. Çünkü mâşuk, başka bir aşkın bulunduğu kalpte durmaz, o kalpte onun sevgisi yansımaz. Hz. İbrahim’e (a.s.) “Lâ uhubbil âfilin” dedirten kalbidir. “Kalp imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu delailiyle ilân eden, kalp ve vicdandır. Zira kalp, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.” Yani, kalbin rızkı, tek ihtiyacı, dayanak noktası, medet yeri kendinden başkasından medet umulmasına, başka mercilere dayanılmasına razı olmayan Samed’dir. “Kalpten maksat, sanevberi (çam kocalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberi, bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o latife-i Rabbaniye a’mal ve ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.” Bedenin hayat suyu olan kanı, kalbin pompalanması gibi, ruhun hayat suyu olan imanı da Rabbani bir latife olan manevi kalp pompalamaktadır. Bedenin hayatı ruhla bağlantılı olduğuna göre, hayatın hayatı iman demektir. Yani, varlık ve hayat için tek ihtiyaç duyulan O’dur. Bu da manevi anlamda kalbin yansıttığı bir manadır. Mülk boyutunda, bedende kalbin “lup-dup”ları melekûta dönük manevi kalpte “Ebed!, Ebed!”lere dönüşür. Ebedi isteyen, ebedi arzu eden kalp benliğe, ruha ve nefse Samed’i tanıtıp O’ndan başkalara bel bağlamamayı, her şeyin O’na ihtiyacı olduğunu, böyle olunca O’nun hiçbir şeye ihtiyacı olmaması gerektiğini ve O’ndan başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını gösterir. Yirmi dokuzuncu Mektub’un Dördüncü Telvih’inde “seyr-i enfüsi” ve “seyr-i afaki” şeklinde iki tarz manevi yolculuktan bahsedilirken, seyr-i afaki için: “Afaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde (bahçelerinde) cilve-i esma ve sıfatı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip, onda en yakın yolu açar, Kalp ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur.” denir. Bu, varlıklar içinde başlayan bir marifet yokluğudur. Akıl, idrak, benlik, şuur gibi teçhizatın faaliyeti sonucu oluşan marifet kalpte nihai şekline yani muhabbete dönüşür. Varlıklardan kalbe, afaktan enfüse olan bu yolculuk aynı zamanda marifetten muhabbete geçiştir. Kalbine, enfüse dönebilen, kesretten sıyrılabilen herkes Rabbani bir latifeyi hisseder. Artık kalbine dönmüş, O’nu dinleyebilmekte O’nu hissedebilmektedir. Sonsuz bir sevginin etkisi altında artık kendinden geçmiş, benliği unutmuş ve O’na dönmüştür. Kalbi, ebedi olanın dışında hiçbir şey doyurmaz, tatmin etmez. Kalp O’ndan başkasına razı olmaz. “Güzel değil, batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü, zevale mahkum, hakiki güzel olamaz; aşkı ebedi için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
“Bir matlub ki, guruba gaybubet etmeye mahkumdur; kalbin alakasına, fikrin merakına değmiyor, amale merci olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye layık değildir. Nerede kaldı ki, kalp, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.”
Kalbine bakan kimse bu latifenin yok olan, zevale mahkum, yaşaması için, vücudu için başka bir unsura ihtiyaç duyan yani muhtaçlık arazından kurtulamayan hiçbir şeyin burada yerleşemediğini görür. Mülk boyutunda, eşya olan yani yaratılmış olan her şeyde de bu durum vardır. Yani mülk, mahluk, tebei olanlara, varlığı için başkasına ihtiyaç duyanlara kısacası algılarımızla sınırlı hiçbir şeye kalpte yer yoktur. Ancak, sonsuz bir sevgi potansiyeli vardır. Bu haliyle kalp her şeyin muhtaç olduğu ve onların ihtiyaçlarını sürekli ve aksaksız karşılayan, böyle olabilmesi için de kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmaması gereken birini işaret eder. Yani Samed’i gösterir, ona ayine olur. Bu haliyle ruha ve bütün vücuda sürekli iman pompalar ve masivadan gelecek hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ayrıca latif bir tecelli de, ruhun hayatı olan imanı pompalayan kalbin, mülk boyutundaki temsilcisi çam kozalağına benzer organda yaşanır. Bu kalp de bir yönüyle Samed ayinesidir. Bedenin bütün azaları hayatın idamesi için kanlanabilmeye, dolayısı ile kalbin çalışmasına ihtiyaç duyarlar. Oysa kalp bu anlamda başka bir organa ihtiyaç duymaksızın, kendi imkanları ile kanlanır. Bu yönüyle de her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç olmayan bir Zat’a yani Samed’e işaret eder.