Makaleler
Natüralizm ve Panteizm Arasında Said Nursî’nin Kozmoloji Öğretisi
Tarihsel ve toplumsal bağlamı açısından “Tabiat Risalesi”, iki yönlü bir özelliğe sahiptir. Bir yönüyle bu risale, salt felsefi ve teorik bir çalışma değil, aynı zamanda dönemin materyalist akımlarının zihinlerde yarattığı sorulara aktüel bir cevap oluşturmaktadır. Zira ele aldığı sorular, tümüyle yeni çağın doğayı Tanrılaştıran maddeci ve natüralist söylemine ait sorulardır. Bu yönüyle güncel ve somut bir gereksinimi karşılamaktadır. Nitekim Said Nursî, risalenin girişinde bunu şu sözlerle açıklar: “Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessassa ne çalıştığını gördüm.”1 Bu zındıka fikrini dağıtmak için Arapça bir lisanla bu risaleyi yazdığını belirten Said Nursî, Arapça bilen çok insan olmamasından dolayı bunun pek etkisini göstermediğini ve “dinsizlik fikri”nin inkişaf ettiğini bildirmektedir. İşte bu nedenle Said Nursî, Türkçe dilinde kısa ve özlü olarak bu risaleyi yeniden yazma gereği duymuştur.
İkinci yönüyle risale, akılcı ve felsefi bir ikna yöntemi kullanarak karşıtlarının tezlerini birer birer çürütmektedir. Akılcı yöntemin aynı zamanda karşıtlarının da yöntemi olduğunu unutmamak gerekir.
İşte risalede dikkati çeken bu iki nokta Said Nursî’yi geleneksel ulemadan ayıran noktalardır. Bu noktalar aynı zamanda çağdaş İslâmi düşüncenin de ana karakteristiğini oluşturmaktadır. Araştırmacı Türköne’ye göre modern İslâmcılığı geleneksel İslâm’dan ayıran en önemli fark, Batı’dan gelen akkültürasyon sürecinin ürünü olarak, dinin kendini doğrulama-meşrulaştırma biçiminin değişmesidir. Bu düşünce biçiminde İslâm, kendi doğruluğunu aşkın bir kaynağa başvurarak değil, tamamıyla rasyonel bir gerekçelendirmeyle kanıtlamaktadır. Yine aynı şekilde modern İslâmcılık, geleneksel İslâm’da olduğu gibi kendine rakip olarak geleneksel dinleri seçmez. Yeni dönemde ideolojik tehdit dinlerden değil, modern ideolojilerden gelmektedir. Bu nedenle modern İslâmcılık, kendisini modern ideoloji ve akımlarla kıyasıya bir rekabet içinde görmektedir.2 Başka bir deyişle dışardan gelen etkilerle İslâm’ın geleneksel söylemi değişmiş ve yerine modern bir söylem geçmiştir. Bu söylem açık bir şekilde Said Nursî’de de mevcuttur. Bu noktaya birazdan geri döneceğiz.
Said Nursî’nin kozmolojik görüşlerine yakından baktığımız zaman o, ifrat ile tefrit arasında bir yol izlemektedir. Her şeyden önce o, doğayı ve evreni aşkın kaynaktan özerk olarak kendi başına makine gibi işlediğini iddia eden natüralizme (tabiatçılığa) şiddetle karşıdır. O, tabiatçıların öne sürdüğü şu üç temel tezi eleştirirken, sorunu şu şekilde vazetmektedir: “Madem mevcudat var ve inkâr edilmez… Bu mevcudu… ya diyeceksin ki, esbab-âlem onu icat ediyor; yani, esbabın içtimaında o mevcut vücud buluyor… veyahut, o kendi kendine teşekkül ediyor… veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın te’siriyle vücuda geliyor… veyahut, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad ediliyor. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-i kabil oldukları kat’i ispat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdaniyet şeksiz şüphesiz sabit olur.”3
Burada dikkat edilirse Said Nursî, tümüyle akla dayalı (yani felsefi) bir kanıtlama işlemine girişmektedir. Önce olasılıklar sıralanmakta, daha sonra aklen ilk üç tez çürütülmek istenmekte ve geriye kalan tezin doğruluğu ortaya konmaktadır. Burada geleneksel ulemanın söyleminde olduğu gibi “Ey Müslümanlar, mevcudat Allah tarafından var edilmiştir. Bu dışındaki görüşler batıldır. Bunlardan sakının!” diyerek bir öğüt verilmiyor.
Burada bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerekir. Şerif Mardin, Said Nursî’ye ilişkin çalışmasında onun Newtoncu dünya görüşünün etkisi altında kaldığını iddia etmektedir.4 Bunu kanıtlarken yöntem olarak söylem analizinden hareket etmektedir. Risalelerde sıkça kullanılan “makine”, “kâinat fabrikası” ve benzer metaforlar, bu etkinin bir göstergesi olarak öne sürülmektedir. Bizce Said Nursî’nin söyleminde rastlanan bu tür ifadelerden hareketle, onun mekanistik bir dünya görüşüne sahip olduğunu çıkarsamak Said Nursî’nin düşünce derinliğini basite almak olur. Bir düşünür söylem düzeyinde modern bir dil konuşabilir, ama bu onun düşüncelerinde de modern olduğu anlamına gelmez. Burada söylem analizinin bir düşünürün dünyasını kavramada sadece yüzeysel ve sınırlayıcı kalacağını söylemekle yetinmek istiyoruz. Biraz sonra açıklayacağımız üzere Said Nursî, “müdahale etmeyen bir Tanrı” fikrini kesinlikle kabul etmez.
Said Nursî, materyalist ve natüralist tezleri birer birer ikna edici bir dille eleştirdikten sonra, kendi tezini ortaya koymakta ve nihayet bu çerçeve içinde kendi doğa görüşünü dile getirmektedir. Onun doğa görüşüne geçmeden önce, Said Nursî’nin nazarında tefrit bir görüş olan panteizme yönelik bakış açısını da bilmek gerekir.
Said Nursî, evren ile Tanrı’yı özdeşleştiren, Tanrı’yı evrende içkin gören ya da
Vâcibü’l-Vücûdun dışında bir gerçeklik dünyası tanımayan “Varlık Birliği” (Vahdet-i Vücud) düşüncesini İslâm’a aykırı ve dolayısıyla zararlı bulur. Ona göre bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: “Vâcibü’l-Vücûdun varlığı karşısında, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü’l-Vücûdun hesabına kâinatı inkâr eder.”5
Said Nursî, vahdet-i vücud ile tabiatçılığı birbirine zıt akımlar olarak görmekle birlikte, bunların birbirlerine dönüşme imkanları üzerinde de durur. “Şu asırda maddiyunluk (materyalizm) fikri o derece istila etmiş ki, maddîyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddîyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyunlar sahip çıkacaklar, ‘Biz de böyle diyoruz’ diyecekler. Halbuki dünyada meşârib içinde maddiyunların (materyalistler) ve tabiatperestlerin (natüralistler) mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyunlar (materyalistler) ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?”6 Said Nursî, bu iki meşrebi bu şekilde kıyasladıktan sonra, vahdet-i vücud düşüncesinin üç sakıncasından bahsetmektedir.
İlk olarak kâinat ve madde Allah’ın eseridir ve bunların bir gerçekliği vardır. Varlık Birliği’ni savunanların söylediği gibi dışımızdaki gerçeklik bir evham veya bir gölge değildir. Allah’ın eserlerini inkâr etmek, bu eserleri vasıtasıyla kendini bize tanıttıran Vâcibü’l-Vücûdu da inkâra götürebilir. İkinci olarak yine aynı şekilde havasın elinde yüksek bir felsefi görüş olan bu düşünce avam arasında kolayca tabiatperestliğe yol açabilir. Madem ki, Allah’tan başka bir şey yok, o halde etrafımızda gördüğümüz şeylerde pekala onun varlığının bir parçası olarak algılanabilir ve kuşkusuz ki, bu da bir nevi tabiatperestliktir. Üçüncü olarak bu inanç, Allah’ın tasavvuru ve mümkinat dünyası hakkında yanlış anlamaları beraberinde getirebilir.7
Demek ki, Said Nursî için Yaratıcısız bir evren nasıl mümkün değilse, eserleri olmayan bir Tanrı algılaması da mümkün değildir. O halde onun gözünde tabiat ve kâinat nedir? Bu dünyalar içinde insanın yeri neresidir? Daha da önemlisi varlık âlemi ile Allah arasındaki ilişki ne tür bir ilişkidir? Bu sorulara verilen cevaplar, aynı zamanda Said Nursî’nin kozmoloji görüşünü de ortaya çıkaracaktır.
Risalelerin hangisini açarsak açalım değişmeyen bir konu vardır, o da dar anlamda “tabiat”, geniş anlamda ise “kâinat”tır. Bu kavram çifti Said Nursî’nin düşüncesinde merkezi bir yere sahiptir. Doğa ya da evreni onun düşüncesinde böyle merkezi bir konuma iten şey, onun Allah’ı algılamada bunlara verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Said Nursî’nin gözünde tabiat sıradan ve kendiliğinden bir şey değildir. Hele ruhsuz maddelerden oluşmuş bir materyal yığını hiç değildir.
1. Said Nursî’ye göre tabiat bir “Kitap”tır. O, tabiatı tıpkı bir kitap gibi “okur”. Bu öyle bir okuma biçimidir ki, nasıl insan indirilmiş bir Kitap olarak Kur’an’ı okuyarak Allah’a ulaşırsa, doğa kitabını da okuyarak insan Allah’a ulaşabilir. Onun sözleriyle kâinat, “kitab-ı kebir” (büyük kitap), Kur’an ise onun “tefsiri”dir.8
2. Allah’ın elinden çıkmış olan doğa kitabı, sıradan bir kitap değildir. O harika bir sanat eseridir. Yine onun deyimiyle “tabiat dedikleri şey olsa olsa bir sanattır, Sani’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz.”9 O halde bu harika sanat eserine bakarak, onun yaratıcısı hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.
3. Bir başka deyişle kâinat ve tabiat, bir “ayna”dır. Burada her şey Allah’ın güzel isimlerini yansıtır. “….. kâinat bir aynadır. Her mevcudatın mahiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile icad-ı ilâhîye maruzdurlar. Her bir mevcud, bir cihetle şems-i Ezelinin bir isminin bir aynası olup bir nakşını gösterir.”10 Allah’ı yansıtan ayna olarak bu doğa, elbette anlamlı ve kutsal bir temele sahiptir. Fakat bu bir bakış meselesidir. Kimileri için doğa pekala hakikati gizleyen bir “perde” işlevi de görebilir. Özellikle gözünü tabiat ve evrenin oluşlarından ayıramayan ve bu oluşları kendi başına hareket eden bir makine gibi değerlendirenler için o bir perdedir. Tüm bu oluşların ve görüntülerin ötesine geçmek ve oralarda bir yerlerde yaratıcı ilâhî gücü görmek hikmetli bir bakışı gerektiriyor.
4. Kâinatta hiç bir şey başıboş bırakılmamıştır. Orada her şeyde bir düzen içinde yürümekte ve bu düzeni ayakta tutan yasalar vardır. Bu “Sünnetullah”tan başka bir şey değildir. Onu yaratan ona bir de şekil vermiştir. Zerreden güneşe kadar belirli bir düzen içinde hareket eden kâinat, bu yönüyle de Allah’ın varlığına tanıklık eder.11
5. Kâinat içinde insan, en yüce bir mevkie sahiptir. Beşer, şecer-i hilkatin en son cüzü olan meyvesidir. Her şey bu meyvenin oluşması ve gelişmesi içindir. Bu nedenle insan, kâinatın kalbi ve merkezidir. İnsan sayesinde, semavata kıyasla büyük bir ağacın küçük bir meyvesi olan arz, bütün semavata denktir.12 İnsan da bir aynadır. Hem kendisine verilen cüz’i ilim, kudret, basar vs. gibi sıfatlarıyla, hem de sanatkarane yapısıyla Allah’ı yansıtır. Üstelik nihayetsiz acziyet ve zaafıyla da kuvvetli bir dayanak noktası arayan bir varlıktır.13
6. İnsan, yapısı ve konumu itibariyle hem yükselmeye hem de alçalmaya müsaittir. İnsan, bir yönüyle meleklere; diğer yönüyle de hayvanlara benzer. Bu ikisi arasında geliş-gidişler, insanın yeryüzündeki serüvenidir. Nefis onu aşağıya doğru çeker, marifet ve kulluk ise onu yüceltir.14
7. Hem büyük âlem kâinat ve hem de onun içinde küçük bir âlem olan insan, Allah’ın tasarrufundan bağımsız değildir. Allah, hiç bir yerde görünmediği halde, her yerde hazırdır ve her şey O’na tabidir. Ona mülkünde ortak biri yoktur. “Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti hiç bir mahiyete benzemez. Öyleyse, kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar Onun önüne geçemez, Onun icraatını takyit edemez. Bütün kâinatı birden tasarruf edip çevirebilir. Eğer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef’al kâinata havale edilse, o kadar müşkülat ve karışıklığa sebebiyet verir ki, hiç bir intizam kalmadığı gibi, hiç bir şey dahi vücutta kalmaz, belki vücuda gelemez.”15
Peki Allah’ın kâinattaki tasarrufu nasıl gerçekleşiyor?
8. Said Nursî, zahir âlem (görünen âlem) ile bâtın âlem (gizli âlem) arasındaki ilişkinin ve bu çerçevede tasarruf sürecinin bize gizli kaldığını, fakat zahirden bâtına doğru ilerleyen keskin bir göz ve zekanın bunu keşfedebileceğini söyler. Sebepler ve görünen dünyada işlevi varmış gibi gözüken şeyler aslında birer perdedir. Eğer bu perdeler yırtılabilirse, bunların gerisinde Yaratıcı gücün varlığına ulaşılacağı sonucunu çıkarır. Kâinattaki korkunç faaliyet ve hareketliliğe dikkat çeken Said Nursî şöyle diyor: “Gel, her tarafa bak, her şeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor…. Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır.”16 Burada Adam Smith’in ekonomik yaşamda her şeyi çekip çevirdiğini söylediği “gizli el”, Said’in dünyasında bütün kâinatı idare eden bir “gizli el”e dönüşüvermektedir. Bu esrarengiz ilişkiyi Said Nursî, bize benzetmelerle anlatır. O, dünyamıza “ışıklar”ını gönderen “güneş” örneğinden hareket eder: “Nasıl ki, nuraniyet itibariyle bir derece kayıtsız olan güneşin timsali her bir cilalı, parlak şeyde temessül eder. … İşte, şu kâinat Sani-i Zülcelalinin, nur olan bütün sıfatıyla ve nuranî olan bütün esmasıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki, hiç bir yerde olmadığı halde her yerde hazır ve nazırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz, her işi yapar.”17 Yine o Tanrı’yı aracılar yoluyla kendi mülkünde olmadık işleri bir anda çekip çeviren kudretli bir krala benzetir.18
Özetlersek Said Nursî’nin kozmolojisinde Allah’tan bağımsız işleyen bir kâinat, ondan habersiz yaşayan bir insan ve toplum düşünülemez. Aşkın dünya ile içkin dünya, gök ile zemin, zahir ile bâtın… her evren diğer bir evrenle etkileşim halindedir. Allah, insanı da yeryüzünde sorumsuz ve iradesiz bir varlık olarak başıboş bırakmamıştır. Dünyada insan bir “imtihan” vermektedir. Bu imtihan, onu bir sonuca götürecektir. O, yaratıcısı, hemcinsleri ve hatta diğer canlılar ve doğa karşısında sorumludur, ilişkilerinde keyfilik olamaz. İşte Said Nursî’nin bütün risalelerinde vermeye çalıştığı fikrin gayesi, insanı bu bilince eriştirmekten başka bir şey değildir.
Devam edecek…
Dipnotlar:
1. Said Nursi, Tabiat Risalesi, s. 5, Sözler Yayınevi, İstanbul 1975.
2. Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, s. 24-32, İletişim Yayınları, İstanbul 1994.
3. Tabiat Risalesi, s. 7-8.
4. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, Modern Türkiye’de din ve toplumsal değişim, s. 337-341, İletişim Yayınları, İstanbul 1992.
5. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, s. 564, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1994.
6. Mektubat, s. 565.
7. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, s. 739-740, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1994; Mektubat, s. 384-385; 564-565.
8. Lem’alar, s. 759.
9. Tabiat Risalesi, s. 27.
10. Lem’alar, s. 598.
11. Lem’alar, s. 648-649.
12. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, s. 69-70, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1994.
13. Sözler, s. 315-316.
14. Sözler, s. 156-157.
15. Mektubat, s. 463.
16. Sözler, s. 115.
17. Mektubat, s. 462.
18. Sözler, s. 70.