Makaleler
Irkçılık: Eski/Yeni Bir Dâvâ
Kökleri Avrupa’daki reformasyona dayanan ırkçılık düşüncesi; başlangıçta, din, ahlak, hukuk gibi kavramları tarihin dışına iterek kasti bir unutma sürecinin önemli bir parçası olarak gelişmiş ve bu sürecin sonunda başka biçim ve formlarda yeni bir “beşer dini” olarak ortaya çıkmıştır. Eleştirel bir gözle bakıldığında “geçmiş”teki “din-devlet” birliği, günümüzde yerini sadece ulus-devlet birliğine bırakmış gözükmektedir. Bu yeni durumda içerik yeni, biçim ve espri eskidir. Bu bağlamda, Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye isimli kitabında milliyetçiliğe (ırkçılık) ilişkin şunları söylemektedir: “Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 96.) Bu ifadenin ilk cümlesi ile ikinci cümlesi arasında ilk bakışta bir bağlantı kurmak zormuş gibi gözükse de; milliyetçiliğin gaflet, dalalet, riya ve zulmetten meydana gelmiş olmasının, milliyetin mabud olarak görülmesine sebep olduğu tespit edilmektedir.
Bu tespit, “bir din olarak milliyetçilik” kavramını ortaya çıkarmakta, milliyetçilikte gözlenen genel eğilimi yansıtmaktadır. Fransız Devrimi modern ulusçuluğun en önemli işaret taşıdır. Devrim, Batıda eski dinin yerine yeni bir “ulus dini”ni ikame edecek bir gelişmenin simgesiydi de. Bu yeni beşer menşeli dinin kendine göre taşıyıcı kadrosu, ritüelleri, ayinleri ve kutsalları vardı. Çağdaş anlamda ulusçuluk, dinden boşalan ve kutsaldan tecrit edilen duygulara, ulusçu düşünce ve ırkçılık burjuva seçkinleri tarafından “bilimsel” yöntemlerle şırınga edildi. Filozof Nietzsche’nin de etkisiyle bu düşünce hızlı bir yayılma alanı buldu. Onun açtığı yoldan gidenlere göre, modern çağda insanların artık Tanrıya ihtiyaçları yoktu; “bir yaratıcı kudret”e dayanma yerine ulus ve ulusçuluk yeni bir idol olarak ikame edildi. (Bünyamin Duran, “Irkçılık, Ulusçuluk, Milliyetçilik ve Müslümanca Tavır”, Köprü, No: 52, s.15.) “Akılcılık” ile birleşen “ulusçuluk” düşüncesinin etkileri pek çok kesimden pek çok insanı etkisi altına almıştı. 1793’te şair Marie, Konvansion’a, devletin dini olarak resmi ulusçuluk kurumunun kabul edilmesini teklif etti. İki gün sonra Paris Katolik Piskoposu “Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbir toplu ibadetin artık kalmaması gerektiğini” açıklayarak, Hıristiyanlıktan irtidat ettiğini açıkladı. Aynı günlerde Notre Dame Katedralinde büyük bir coşkuyla “Akla Tapınma Ayinleri” yapıldı. (J. H. Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, Çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 80-83.) İspanya iç savaşının başladığı sırada Salamanca Üniversitesinin o zamanki Rektörü Miguel de Unamuno, kendi üniversitesinde yaptığı konuşmasının bir yerinde şunları söylemişti: “Burası aklın, entelektüelliğin tapınağıdır. Ben de onun yüksek rahibiyim.” Din ve milliyetçiliğin genellikle aynı kutuplar gibi birbirini itmeleri, dini ortadan kaldırmak isteyenlerin bunun yerine milliyetçiliği (ırkçılığı) ikame etmeleri ve nihayet milliyetçi (ırkçı) olanların gerçek anlamda dindar olamamaları bu tezi desteklemektedir.
Milliyetçiliğin/ırkçılığın ileri götürülmesi halinde sahte bir “din”e varılacağı düşüncesinin doğruluğunu, psikolojik ve sosyolojik boyutlardaki tezahürlerde görmek mümkündür. Milliyetçilik hayali de olsa bir grupçu yapı ortaya çıkarır, kitleler arasında yeni bağlar kurmaya çalışır. Çünkü, modern birey hem “sonsuz bencil” hem de ihtiyaçlarını karşılama noktasında her zamankinden daha çok başkasına muhtaçtır. Sonsuz bencillik kendine tapınmayı, sınırlılık ise hayali de olsa bir gruplaşmayı gerektirmiş, ırkçılık ise bunların engellenemeyen evliliğinden doğmuştur. (Etienne Balibar, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları, 1993, s. 120.)
Bu anlamıyla milliyetçilik/ırkçılık kavramlarının, “vatan”, “vatanseverlik” kavramlarıyla karıştırılmaması gerekir. Yurtseverliğin, kişinin komşularına, soydaşlarına hatta bütün dünyadaki varlıklara karşı duyduğu sevgi, merhamet ve sorumluluk duygusunu anlattığı kabul edilip, “milliyetçiliğe” de böyle bir vurgu yüklenmesi halinde ortada önemli bir mesele kalmaz. Zira, din bağlamında, vatanseverlik, şahsi tercihe bırakılmayacak konular arasındadır. Hariçten gelen, yabancı devletlerin toprak ihlallerine karşı müdafaa yapmak, her bir müminin dini görevleri arasındadır. İslam, bu dünyadaki ceza ve mükafata (namus ve malın korunması) bir de ahiret mükafatı (şehitlik) ilave ederek, vatanseverliğin icaplarına uymak için gerekli motivasyonu kat be kat artırır. Yani hakiki bir mümin, aynı zamanda gerçek anlamda vatanını seven bir kimse olmak durumundadır. Modern dönemlerde, özellikle son iki yüzyıl içinde Milliyetçilik/ırkçılık kavramı, bu anlamda bir “vatan sevgisi”nden daima başka, dışlayıcı, nefret ve düşmanlık tohumları içeren bir anlam içermektedir. “Müsbet milliyet” kavramsallaştırması ile Kur’ani ölçüyü nazara verse de, genellikle bu kabil söylemlere olumsuz bir tavır takınan Said Nursi eserlerinde, sık sık vatana ve millete nafi [menfaatli] adamlar yetiştirmek” vb. ibarelere yer vermektedir ki, bu, onun “vatan sevgisi”ve gayret ile sınırlı olan milliyet kavramı ile ırkçılık arasında kesin bir ayırıma gittiğini göstermektedir. Ona göre; “dil, din bir ise, millet birdir” yargısı doğrudur. Kuvvetli bir milleti (milliyetçilik değil) ortaya çıkaracak unsurlar babından olarak, dil, din, vatan birliğine işaret edilmektedir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 314.)
Irki üstünlük manasına gelen “milliyetçilik” (menfi milliyetçilik), yaşanılan fiziki ve sosyal çevreye karşı duyulan irtibat bağından oldukça farklı bir duygudaşlık temelinde yükselir. Şöyle ki, ırki üstünlük inancı, insanın ait olduğu etnik varlık bağlamında ayırt edilebilir olduğu, etnik varlıktaki iyilik anlayışının, iyilik ve kötülüğün nihai kriteri olduğu ve insanların yer yüzündeki işlerinde etnik realite ve değerlerin esas alınması fikrine dayanır. Bu etnik varlık, kabile veya ulustur. Kısaca, milliyetçilik (ırkçılık) mevcudiyeti kaçınılmaz görülen ve dayandığı biyolojik, coğrafi, psikolojik, tarihi ve siyasi olgular nedeniyle haklı görülen bir inanca dayanır. Bu yüzyıl boyunca karşılaştığımız “üstün ırk”, ” seçilmiş kavim” teorileri biyolojik temelli ırkçılığın en bildik örnekleridir. Halbuki İslam inancına göre doğrunun rengi ve ırkı yoktur, üstünlük takvadadır.
Bediüzzaman yaşadığı dönemde milliyetçilik fikrinin çok ileri gittiğini, özellikle Avrupa’nın dessas zalimleri tarafından parçalayıp yutmak için İslamlar içinde milliyetçi fikirlerin uyandırılmaya çalışıldığını kaydetmektedir. O, milliyetçilik/ırkçılık gibi bir düşünceye son derece farklı ırk ve kültürleri içinde barındıran bir imparatorlukta revaç verilmesinin hem yanlış sonuçlar doğuracağını, hem de böyle hareketli bir coğrafyada ırk-temelli bir birlikteliklerin pratikte ispatı mümkün olmayan bir dava olduğunu ikaz eder: “Memleketimiz eski zamandan beri çok muhaceret ve tebeddülata maruz kalmakla beraber; merkez-i hükümet-i İslamiye bu vatanda teşkil olunduktan sonra akvam-ı saireden pervane gibi çokları (Anadolu’nun) içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde levh-i mahfuz açılsa, ancak hakiki unsurlar tefrik edilebilir. Öyle ise hakiki unsuriyet [ırkçılık] fikrine hareketi ve cemiyeti bina etmek manasız hem de pek zararlıdır” (Mektubat, s. 313.)
Öte yandan, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani bulunduğunu ifade eden Said Nursi, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “fikr-i milliyeti bırakınız” demenin de pratikte bir karşılığının olmayacağını belirtir, bu duygunun müspete kanalize edilememesi halinde ortaya çıkacak tehlikelere dikkat çeker: “Fakat, fikri milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhasemet [karşılıklı düşmanlık] ve keşmekeşe sebep olur.” (Mektubat, s. 310) Bediüzzaman’ın burada, ırki üstünlük inancı ile biyolojik-tarihi karakteristiklere evrensel değer atfeden, kendi değer sistemleri hiyerarşisinde diğer grupların değerlerini daha düşük, ikinci derecede gören, dolayısıyla ancak, kendi grubuna oranla yardımcı/vasıta olarak diğer grupların varlığına tahammül gösteren bir anlayışa “Menfi Milliyet[çilik]” adını verdiği anlaşılmaktadır. Bu milliyetçilikte, ırkın, çıkarı en yüksek konumdadır. Diğer bütün çabalar ona tabi olmalıdır. Bu düşünce, milliyetçinin/ırkçının gözünde diğer gruplara yönelik kendi tecavüzünü haklılaştıran bir dünya görüşüne dönüşür. Said Nursi, menfi milliyet(çilik)in tarihte verdiği zararlara somut örnekler de vermektedir: “Emeviler, bir parça, fikri milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem alem-i İslam’ı küstürdüler, hem kendileri de çok felaket çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet [ırkçılık] fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeametli ebedi adavetlerinden başka, Harb-i Umumi’deki [Birinci Dünya Savaşı] hadisat-ı müdhişe dahi menfi milliyetin nev-i beşere [insanlığa] ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. … Menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok “klüpler” namındaki sebep-i tefrika-i kulup, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti ve onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.”
Müsbet milliyet ise, Kur’an’dan alınan “millet”i doğrudan amaçlamayan, fakat ona ters düşmeyen “dar” anlamda kullanılmıştır. (“Millet” kavramı Kur’an’da, “millet-i İbrahim” terkibiyle kullanılmakta ve inanç birliğini anlatmaktadır.) Nitekim, 26. Mektup’ta, Hucurat Suresinin 13. ayeti: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” şeklinde tefsir edilmektedir.
Gerçekten milliyetçiliğin/ırkçılığın en büyük yanılgısı, bizzat kendi mantığı ile kendisini çok daha küçük alt-gruplar halinde sonsuz bölünmeye mahkum ettiğini görmemekte yatar; bir ırkın üstünlüğü ve egemen olması bir şekilde haklı kabul ediliyorsa, o zaman aklen bütün ırkların (hatta alt grupların) aynı derecede buna hakları olması gerekir. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu’da bir devlet inşasına dayanak olabilecek sadece Türk unsurunun kaldığı iddiası -en azından örtük bir şekilde bunun ifade edilmesi- Türk milliyetçiliğinin/ırkçılığının böyle bir çelişkiden kendini kurtarma amacına yönelik bir açıklama biçimidir. Bu bilgiler ışığında Bediüzzaman’ın, milliyetçiliği ikiye ayırarak, milliyetçiliğe, aynen siyaset için belirlediği ehven-i şer ölçüsüyle bir yer açmaya çalıştığı söylenebilir. Buna göre müspet milliyet, ehven-i şer olarak kabul edilebilir.
Onun düşüncelerinden anlaşılabilecek temel vurgulardan birisi de şu olmak gerektir: Yapılması gereken şey, zaten alevlenmiş durumda bulunan ırk temelli yaklaşımları körüklemek değil, din, dil ve vatan kavramları bağlamında sıcak paylaşımlara girmektir. Bediüzzaman, müspet ve mukaddes İslam milliyetinin -Bediüzzaman hiçbir herde “İslam milliyetçiliği” tabirini kullanmamaktadır. “İslam milliyeti” kavramını seçmesindeki incelik daima hatırda tutulmalıdır- ırkçılık fikrini kabul etmediğini, çünkü ona ihtiyaç bırakmadığını ileri sürmekte, bunun delili olarak da üç yüz elli milyon Müslüman’a kardeşlik duygusunu kazandıran şeyin İslamiyet olduğunu söylemektedir. (Mektubat, 26. Mektup, 3. Mesele)
Tarihçi A. Toynbee ise Müslümanlar arasında ırkçılığın kaldırılışını İslam’ın ahlaki başarılarından biri olarak göstermekte ve “bu İslami özelliği bütün insanlık için günümüzde yerleştirmeliyiz” demektedir. Çünkü ona göre, ırkçılığın bu denli kabul görmesi bir felaket sayılmalıdır. Ki, bunu daha çok son dört yüz yıldır yeryüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler körüklemektedir. (Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev., Ufuk Uyan, İstanbul: Ağaç Yayınları, 1991, s. 182, 183.)
Said Nursi’nin siyasi konulardaki görüşlerine temel teşkil eden meselelerin başında kimlik konusu önemli bir yer tutmaktadır. Yirminci yüzyıl itibarıyla, Balkanlardaki gayr-i Müslimlerin isyanları yüzünden, bir politika olarak “Osmanlıcılık” etkinliğini yitirmiştir. Yirminci asrın başlarında temel farklılaşma, “İslamcılık” fikrinin dayandığı dini kimlik ile, Türkçülük ve diğer milliyetçilik cereyanlarının dayandığı milliyetçi kimlikler arasındaydı. Milliyetçilik akımlarının çözücü etkisini gören Said Nursi, bir taraftan bu iki kimlik arasında bir hiyerarşi ve uyum kurmaya çalışmış, diğer taraftan İslam’a hizmet etmiş milli kimlikleri onore ederek bunları birleştirici İslam kimliğinin parçaları olarak telakki etmiştir. “Biz Müslümanlar için indimizde ve yanımıza din ve milliyet bizzat müttehittir” diyen Said Nursi, din ve milliyetin ayrılmaz bir bütün olduğunu, özellikle Türk milletinin İslamla kaynaşmasını et ve kemik gibi gördüğünü belirtmiş, Müslüman olmayan Türklerin -Macarlar gibi- Türklükten de çıktığı ikazını yapmıştır.