Mana-i Harfi
Kanımız, Esma Çarklarını Çeviren Bir Nehir gibi
Çevremizdeki insanlara ya da kendimize, “çok soluk görünüyorsun, galiba kansızsın” dendiğine zaman zaman tanık olmuşuzdur. Dış görünüşe solukluk şeklinde yansıyan bu durumu, beden içindeki mekanizmalarla izah etmeye kalkıştığımızda karşımıza nasıl bir anlam çıkar? Kansızlığın patofizyolojik anlamı ne ifade etmektedir?
Aslında “kansızsın” kelimesinin gerisinde insanın da ilk hücresine dayanan, belki de ilk atoma kadar uzanan kompleks ve bütüncül bir işleyişin aksamasına dair anlamlar yatmaktadır. Bir eritrositin oluşabilmesi için gerekli mineraller, vitaminler kâinat sergisinde hazırlandıktan sonra, ilk hücrenin programında bu vitaminin ve mineralin, aminoasitlerin, yani temel yapıtaşlarının eritrositlere dönüştürüldüğü tezgahlar hazırlanmaya başlanır. Bir dönem aynı süreçleri yaşamış annenin kan hücreleri kullanıldıktan sonra dalağın, karaciğerin de gelişim sürecinin belli dönemlerinde görev aldığı kan üretim mekanizmaları devreye girer ve en son bu vazifeyi kemik iliği üstlenir. Artık kemik iliği, ömür boyu devam edecek bir kan üretim fabrikası gibi görev alacak ve bedenin ihtiyacı olan eritrositleri yetiştirecektir. Ortalama 120 gün ömürleri olan eritrositler vazifelerini tamamlayıp, eşyanın vazgeçilmez özelliği olan fena ile yüzleşip, mülk aleminden göç ettikçe yerlerine yeni ve genç alyuvarlar, burada işleyen mekanizmalar vesile yapılarak halkedilirler. Kemik iliğinde bulunan proeritroblast denen bir hücre sırayla bazofil eritroblast, polikromotofil eritroblast, ortokromatik eritroblast, retikülosit adları verilen hücrelere dönüşürler.
İlahi kudret, belki de isimlerinin külliyetini varlık aleminde sergileyebilmek için her işleyişi, birbirini takip eden pek çok basamaklar halinde halkeder. Mesela, proeritroblasttan hemen eritrosite geçiş olmaz, arada pek çok farklı hücre, farklı işleyişler, farklı enzimler ve bir dizi işlemden sonra sonuç ortaya çıkar. Bu da insan bedenindeki ve varlık alemindeki işleyişleri çekip çeviren kudretin ince sanatına, dakik nakışlarına, hassas ölçülerine bir işaret olmalıdır.
Kaba bir bakış ile kan, bedenimizde dolaşan gıda ve oksijen nakline yarayan kırmızı bir sıvı gibi algılanabilir. Oysa, bu sıvı akıl almaz mekanizmaların işlediği, geçişlerin, başkalaşımların, etkileşimlerin sürekli olarak cereyan ettiği ayrı bir alem, büyük bir şehir gibidir. Yaralandığımız zaman bedenimizden akan kırmızı sıvının derinliğine inildiğinde, içinde nelerin var olduğunu görünce büyük bir hayret hali yaşıyoruz. Görebildiklerimizin ya da eşyanın algılarımıza hitap eden kısmının çok ötesinde ve çok daha fazlasını içeren bir varlık aleminde yaşıyoruz. Basit bir çakıl taşı deyip tekmelediğimiz nesnenin içinde apayrı bir alem bulunduğunu ve sanki gözüken çakıl büyüklüğündeki haliyle dünyaya benzediğini gün geçtikçe anlıyoruz.
Eşyayı ve varlığı çok sınırlı ve yerel özelliklerle tanıyoruz. Bu yüzden varlığa ve kendimize ait anlam çıkarımlarımız bütünden uzaklaşmış, yalnızca belirli bir alanla sınırlı kalıyor. Belki de bu yüzden kanımızın eritrositleri, bunların oluşumundaki girift bağlantılar ve bu mekanizmaların işleyişinin kâinatın genel düzeni ile ve varlığın ilk anından bu güne kadar geçen silsileler ile bağlantısını tam olarak kuşatamıyoruz. Bu durum, ruhumuzu bedenin ve benliğin sınırlılığına hapsediyor. Oysa, kanımız bile damarların sınırlarını aşmak istercesine kaynıyor. Sanki başka alemlere akıyor!
Bu karışıklık, giriftlik ve derinlikler içinde ifade edilmek istenen manaların külli, sonsuz ve sınırsız oluğu ima ediliyor gibi… Kanımız fiziki olarak bize çok yakın, damarlarımızda dolaşıyor, bir yönüyle ise bizden çok uzak. Belki de biz ondan çok uzağız. Onun bize anlatmak istediklerini, ifade ettiklerini çok yakınımızda haykırıyor ve fakat biz duymuyoruz. Sanki Şems-i Ezeli ve O’nun varlıklar lisanı ile ifadesi şiddet-i zuhurundan gizleniyor. Einstein, bu yüzden “Doğanın en büyük anlaşılmazlığı, anlaşılabilir oluşudur.” demiş olmalı…
Kanımız, ab-ı hayatımız ve ruhumuzun pek çok gizemli özelliklerini içinde bulunduruyor. Hayatla bağlantılı oluşu, esmânın açığa çıkışında ona merkezi bir konum kazandırıyor. Canlıların tümünün damarlarında akan kanlar, bütünüyle sanki varlığın merkezinde ve mana çarklarını çeviren nehirler gibi.