Makaleler
Türkiye’de ordu, siyaset ve demokrasi
Türkiye’de sivil-asker bürokrasinin elitist tavrı, ya bizzat iktidarda olmak, ya da iktidarda olan partileri kendi çizgilerinde tutacak kurumları anayasal güvenceye kavuşturmak yönünde olmuştur. 61 ve 82 Anayasalarıyla yapılmak istenen de budur. Bir taraftan azınlığa iktidar olma güvencesi getirilirken, öte yandan da bürokratik güç merkezlerinin yasamayı sınırlamasına imkân tanınmıştır. Ordunun siyasette bu kadar etkin hale gelmesi, partilerin ve siyasetin manevra alanını daraltmıştır. Bu yüzden bazı partiler askerin desteğini arkalarına alarak rakiplerini tasfiyeye yönelmişler, diğerleri ise askerin istediği çizginin dışına çıkmamaya özel bir dikkat göstermişlerdir. Örneğin, 1957’den beri CHP bir kısım ihtilalci subaylarla sürekli ilişki içinde olmuştur. 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne ortam hazırlanmasında diğer aktörler ise üniversite öğretim kadrosu ile onların yönlendirmesindeki öğrencilerdir.
Türkiye’de ordunun politikada etkinliği Cumhuriyet’le başlamış bir olgu değildir. Osmanlı’dan önce kurulan Türk-İslâm devletlerinde de ordu siyasette belirleyici bir aktör durumundadır. Gazali’nin “memleket durumunun kötü olduğu hallerde ordu kime bağlı ise halife o olur” şeklindeki ifadesi, yöneticilerin ordunun desteğini almadan iktidarda kalamadıklarının açık delilidir. Kuruluşu ve özellikle yükselişi daha ziyade askerî başarı üzerine temellenen Osmanlı’da bu gelişim çizgisi orduyu toplumsal örgütlenmenin ve hiyerarşinin en üst kademelerine taşımıştır. Batı karşısında gerileyiş ve askeri yenilgiler Osmanlı devlet adamlarını bir dizi reformlar yapmaya yöneltti. Başarısızlığın en önemli nedeni olarak ordunun bozulmasını gören yöneticiler, kadîm dönemi geri getirmek üzere harekete geçtiler ve ilk olarak ordunun ıslahına yöneldiler. Tanzimat’la hız kazanan reform girişimleri padişahı tek otorite olmaktan çıkardı ve Bâbıali diktatörleri denilen aydın-bürokrat zümreyi önplana geçirdi. Tanzimat bürokratları Batılılaşmayı geçici bir dönem olarak görseler de, Cumhuriyet’le birlikte bu, bir devlet ideolojisi haline geldi. Oysa Avrupa’nın kendine özgü koşullarının ve dört asırlık birikiminin ürünü olan kurumlar ve değerleri farklı bir tarihsel gelişim çizgisine sahip bir topluma kısa dönemde benimsetmek mümkün değildi.
Osmanlı toplumunda Batılılaşma hareketi yapısal planda ve değer planında mevcut sistemi bütünüyle değiştiremediğinden, çeşitli ittifak arayışları ordunun doğrudan ya da dolaylı müdahale imkânını arttırmıştır. Modernleşme genel olarak bir işlev ayrışmasıdır. Modernleşmenin gerek yapısal planda, gerekse değer planında gerçekleştirilememiş olması, işlev ayrışmasına değil, toplulaşmasına neden olmuştur. 1876 ve 1908’den sonra ordunun politikada “etken güç” olması dolayısıyla fonksiyonel ayrışma süreci tersine işlemiştir. Bir tarafta modernleşmeyi kaçınılmaz bir hedef olarak gören asker-sivil-aydın ittifakı, diğer tarafta da bu dönüştürme projesine karşı direnen iktisadî-sosyal yapı ve geleneksel değerlerin etkisindeki halk. Toplumun kendi dinamikleri ile değişmesini yavaş bulan aydın-bürokrat ittifakı, ona müdahale etmeye ve Batılılaşma yönünde biçim vermeye yönelmişlerdir. Tabiatı gereği her müdahale bir zor içerir. Bu zoru başarmak da ya güçlü olmayı ya da güçlülerle ittifak kurmayı gerektirir. İşte merkeziyetçi bürokratları ve Batıcı aydınları ordu ile işbirliğine iten budur.
Türkiye’de ordunun rolü
Cumhuriyet’in ilk yıllarda Türk aydını ve I. Meclis’teki mebuslar arasında Batılılaşma konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak birinci grup bunun devrimci bir tarzda, ikinci grup ise tedrici bir surette olmasını istemektedir. İkinci grup içinde Rauf Orbay’ın başını çektiği asker-aydın grubu bir tarafa bırakılırsa, bu grubun demokrasi konusunda halka daha yakın olduğu söylenebilir. Birinci gruptakiler ordunun tam desteğini sağlamak üzere ordu içinde kendilerine muhalif olanları bertaraf etme ve yerlerine kendilerine yakın olan komutanları ikâme etmek istediler. Bu çerçevede şöyle bir plan uygulamaya konuldu: Önce komutanların da mebus olmasına imkân tanınmış, sonra da mebusluk ve askerliğin aynı kişide birleşemeyeceği hükmü getirilerek orduya dönmek isteyen komutanlar re’sen emekli edilmişlerdir. Böylece mevcut iktidarı oluşturanlar güvendikleri kimselerin orduda kalmalarını temin ederek asker desteğini sağlamışlar, muhaliflerini ise bu destekten mahrum bırakmışlardı. Böylece sivil aydın, 1923 sonrasındaki iktidar mücadelesinde özne olmaktan çıkmış, askerî aydın yönetimi sağlamlaşmıştır.
İttihat ve Terakki döneminden beri Türkiye’de asker müdahalesi demokrasi açısından öncelikli bir sorun olmuş, müdahalelerin meşrûiyet temelini ise “vatanın kurtarılması” meselesi oluşturmuştur. Türk aydını, olayların başladığı andan son zamanlara kadar ordu müdahalelerini çoğu kez meşrû görmüş ve kendi düşüncelerini gerçekleştirmek üzere ordu ile çeşitli ittifaklar içine girmiştir. Çünkü Türk aydını demokrat değildir. Kendini toplumu dönüştürücü, ona şekil ve yön verici bir konumda görmektedir.
Merkeziyetçi-modernleştirici asker-sivil aydınların amacı geleneksel değerleri ve kurumları dışlamak ve yerlerine Batılı değerleri getirmektir. Bu nedenlerdir ki, kendilerine muhalif olanları her defasında İslâmcılara ve gericilere arka çıkmakla suçlamışlardır. Türkiye’de bu gerekçelerle demokrasiye zaman zaman ara ver(dir)ilmesi demokrasi geleneğinin oluşmasını engellemiştir. Demokrasi bir anlamda kurumsallaşmadır. Kurumsallaşma ise bir sürekliliği gerekli kılar. Karl Popper’ın belirttiği gibi iktidarın halkın istekleri doğrultusunda kansız şekilde el değiştirmesini sağlayan kurumların korunmasıdır demokrasi. Türkiye’de iktidarların değişiminde halkın etkisi çeşitli müdahalelerle yalıtılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle demokrasinin işlerlik kazanmasını sağlayan kurumlar istenen düzeyde yerleşememiş ve gelenekselleşememiştir.
Ordunun siyasette bu kadar etkin hale gelmesi, partilerin ve siyasetin manevra alanını daraltmıştır. Bu yüzden bazı partiler askerin desteğini arkalarına alarak rakiplerini tasfiyeye yönelmişler, diğerleri ise askerin istediği çizginin dışına çıkmamaya özel bir dikkat göstermişlerdir. Örneğin, 1957’den beri CHP bir kısım ihtilalci subaylarla sürekli ilişki içinde olmuştur. 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne ortam hazırlanmasında diğer aktörler ise üniversite öğretim kadrosu ile onların yönlendirmesindeki öğrencilerdir. 27 Mayıs darbesinin altında yatan nedenler yanlış olarak genellikle laiklik ve demokrasi dışı yönelim, belli ölçüde de ekonomik politikalar çerçevesinde formülize edilmiştir. Ancak 1950-60 döneminde laikliğe aykırı olarak nitelenen bazı eğilimleri CHP de desteklemiştir. Ordu içinde ihtilal amaçlı örgütler kurulduğunda, sonraları bunların meşruluğunun temel dayanağı olarak kabullenilen Tahkikat Komisyonu kurulmuş değildi. Bütün bunlar dikkate alındığında 60 İhtilali millî iradeye güvenmeyen seçkinci sivil-asker bürokrasinin iktidar mücadelesi olarak değerlendirilebilir.
60 İhtilali’yle halk oyuna ortak getirilmesi başarılmıştır. Halk, hem aydın-asker ittifakıyla gerçekleşen bu darbeyle yapılmak istenene isabetli teşhis koyabilmiş hem de gerekli tepkiyi göstermiştir. Türk toplumu demokratik iradesine engel olmaya çalışanlara ilk fırsatta gereken cevabı vermiştir. Her müdahale sonrası ihtilale gerekçe gösterilen kadroların halk tarafından iktidara taşınması bunun açık delilidir. Darbeyi yapan kadrolarca hazırlattırılan 61 Anayasası’na, anayasayı savunmanın meşrû, eleştirmenin yasak olduğu bir ortamda % 38,3 red oyu vermesi de bu çerçevede değerlendirilmiştir. Bu, aynı zamanda aydın çevrelere de bir reaksiyonudur. Türk halkı Serbest Fırka ve DP olaylarındaki direncinden nitelik bakımından farklı bir tepkide bulunmuş, bürokratik güç merkezlerinin yönetimi etkilemesine karşı çıkmıştır.
Halk iradesinin paylaşılması
Türkiye’de sivil-asker bürokrasinin elitist tavrı, ya bizzat iktidarda olmak, ya da iktidarda olan partileri kendi çizgilerinde tutacak kurumları anayasal güvenceye kavuşturmak yönünde olmuştur. 61 ve 82 Anayasalarıyla yapılmak istenen de budur. Örneğin 61 Anayasası 1950-60 arası döneme göre daha az özgürlükçü bir ortamın oluşmasına neden olmuştur. Bir taraftan azınlığa iktidar olma güvencesi getirilirken, öte yandan da bürokratik güç merkezlerinin yasamayı sınırlamasına imkân tanınmıştır. Yine önce “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denmiş, hemen arkasından da “millet, egemenliğini anayasının koyduğu esaslara gere yetkili organları eliyle kullanır” kaydı getirilmiştir. Burada 1921 ve 24’ün “TBMM, milletin tek ve gerçek temsilcisidir” ilkesi ve seçilmiş yasama meclisi ile halk iradesi arasındaki özdeşlik, doğrudan temsil ve tam vekâlet ilişkisi varsayımı terkedilmekte, millet egemenliğin kullanılmasına, milletin yanısıra ayrıca “yetkili organlar” da ortak edilmektedir. Bu da, anayasa koyucusunun seçilen parlemento çoğunluklarına karşı duyduğu güvensizlik, ürküntü ve seçkinci-vesayetçi bir zihniyetin tezahürüdür. Bu “yetkili organlar”dan biri de seçilme biçimi, seçilme şartlarındaki kayıtlar ve atanmış üyeler bakımından elitist ve kısmen korperatif niteliğe sahip Cumhuriyet Senatosu’dur.
Aynı vesayetçi anlayışın 82’de devam ettiğini görüyoruz. Yürütmenin sorumsuz kanadını oluşturan Cumhurbaşkanı olağanüstü yetkilerle donatılmışken aynı oranda sorumlu kılınmamıştır. Cumhurbaşkanının yüksek yargı organlarına atama yapma yetkisi, yürütmenin yargıyı denetimi altına alması anlamına gelmiştir. Adalet bakanı ve müsteşarının doğal üye olduğu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun diğer üyeleri Cumhurbaşkanınca atanmakta ve bu kurul adlî ve idarî yargı hakimlerinin mesleğe kabul, tayin, nakil, terfi, birinci sınıfa ayırma ve özlük haklarından tek başına yetkili kılınmıştır. HSYK, YAŞ, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler yargı denetimi dışında tutularak, çağdaş parlamenter demokrasinin vazgeçilmez esaslarından “hukukun üstünlüğü” prensibi ihlal edilmiştir.
Türkiye’de demokrasinin işleyişine müdahale edenler, kendilerini Batılılaştırma ideolojisiyle meşrûlaştırmaktadırlar. Bu müdahaleler geleneksel değerleri dışlayıcı yöndedir ve bunların başında din unsuru gelmektedir. Batılılaşma ideolojisinin geçmişle bütün bağları koparmaya yönelik katı tavrı, toplum tarafından benimsenmediği gibi, çoğulcu demokrasinin ilkeleri açısından da kabul edilebilir değildir. Zira resmî ideolojinin olduğu yerde demokrasiden bahsetmek imkânsızlaşır. Çünkü resmî ideoloji niteliği itibariyle “tekçi”dir. Oysa hem bir ideolojiyi benimsemek hem de her siyasi eğilimdeki vatandaşa karşı tarafsız bir tutum takınmak mümkün değildir. İdeolojik devletin demokrasiyle bağdaşmamasının bir diğer nedeni de resmî ideolojinin kamu görevlilerini eleştirmeyi ve denetlemeyi son derece zorlaştırmasıdır. Halbuki demokrasi siyasi karar alma süreçlerine vatandaşın aktif katılımını öngören bir sistem idealidir, bir toplum projesi değil bir yöntemdir, bu münasebetle “tekçilik”i içermez.
İnsan haklarına ve devletin sınırlanması esaslarına dayanmayan, yani liberal olmayan bir demokrasi arayışı tehlikeli bir yanılgıdır. Tarihsel tecrübeler göstermiştir ki, liberal olmayan bir demokrasi kurulamaz, bu olsa olsa “demokratik bir diktatörlük” olur. Siyasi liberalleşmenin unsurlarından biri düşünce ve ifade özgürlüğü alanının genişletilmesi, diğeri de devletin küçültülmesi ve sınırlanmasıdır. Bu unsurlar demokrasiyi iki açıdan takviye edecektir. İlk olarak siyasal katılma genişleyecek, bu da devleti vatandaşa daha fazla yaklaştıracaktır. Sivil ve siyasal özgürlüklerin tanınmasının ikinci sonucu da devletin eleştirilebilme ve denetlenebilme olanağını arttırmasıdır. Esasen demokrasi, bir bakıma, devletin vatandaşlar tarafından siyasal yolla kontrol altına alınabilmesi demektir.
Sonuç
Türkiye’de devletin demokratikleşebilmesi için, devletin örgütlenme biçiminin değiştirilmesi gerekir. Bu değişim sivil ve asker bürokrasininin iktidarından halkın iktidarına geçilmesi yönünde olmalıdır. Aşırı merkeziyetçi yapıdan, MGK’nın istisnaî statüsüne, Cumhurbaşkanının geniş yetkilerinden bazı kurul kararlarının yargı kapsamı dışında tutulmasına kadar pek çok olgu Türkiye’de bürokratik tahakkümün ve devletçi pratiğin hukukî dayanakları durumundadır. Devletin görev alanlarının neredeyse bütün beşerî etkinlik alanlarını kapsayıcı tarzda anayasa tarafından tanımlanmış olması da bu sakıncayı bir kat daha arttırmaktadır.
Türkiye’de çoğulcu demokrasi geleneğinin yerleşebilmesi için “resmî”nin ve “tekçilik”in aşılması gerektir. Siyasî hayatımızda demokrasinin kesintiye uğramaması için şöyle bir teklif getirilebilir: İlk olarak her tür farklılığı barış içinde ve birarada yaşatma rejimi olan demokrasinin sağladığı bu özgürlük ortamının devamı gerçekten isteniyor ise, kaynağı ne olursa olsun, bu ortamı değiştirmeye yönelik her totaliter müdahaleye karşı olunmalıdır. İkinci olarak da muhtemel bir totaliter girişim karşısında muhalif bir tavır takınılacağı konusunda siyasal partiler ve tüm baskı gruplarınca bir konsensüse varılmalıdır.