Makaleler
Demokratik Çoğunluk ve Meşruiyet Sorunu
A- Demokratik Meşruiyet Sorunu
Eski Yunan site devletinde demokrasi, çoğunluğun rejimidir. Bu rejimde, sadece özgür, yabancı olmayan ve köylü olmayanların seçme ve seçilme hakkının bulunmasından dolayı, bu çağdaki demokrasiyi bir tür ilkel demokrasi diye tanımlayabiliriz. Buradaki statü, hem seçkinci bir aristokrat zümreye bu hakkın tanınması, hem de bu çoğunluğun basit bir çoğunluk olarak görülmesidir.
İlk çağında demokrasinin unsurları şöylece özetlenebilir: Çoğunluk iktidarı, seçkinci bir zümrenin seçme/seçilme hakkı ve doğrudan seçmenin mümkün bulunduğu bir seçim tarzı.
Ancak, demokrasinin gelişim sürecinde sadece bu unsurlarla yetinilmemiştir. Gelişen demokratik anlayış, demokrasi kriterlerine hep yeni unsurlar ilave etmiştir. Önce basit çoğunluk olan 51’in 49’a üstünlüğü şeklinde algılanan klasik demokrasi anlayışında sistem, çoğunluğun iradesi ekseni etrafında şekillenmekteydi. Sanayi Devriminden sonra, özellikle de (Fransız Devriminden sonra), birey haklarını öne çıkaran bir demokratik anlayıştan söz edebiliriz. Yirminci yüzyılda, insan haklarındaki gelişmelere paralel olarak, çoğunluk kriteri yerine ‘çoğulculuk’, demokrasinin daha belirgin bir vasfı olmaya başlamıştır. Böylece çoğunlukçu demokrasiden, çoğulcu demokrasiye geçilmiştir.
Seçme ve seçilme hakkına getirilen sınırlamalar, Batı demokrasisinde, geçen yüzyıl son bulmuş ve kadınların seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere, seçim hukukunun genel ilkeleri kemale ermiştir. Ancak Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde, seçme ve seçilme hakkı, demokratik standartların gerisinde kalmaktadır. Türkiye örneğinde, kanuni engeller bir yana, zaman zaman (Yüksek Seçim Kurulu aracılığıyla) siyasi ve ideolojik yorumlarla seçilme hakkına getirilen sınırlamalar, demokrasi standardının seviyesini göstermektedir.
Doğrudan seçme ve seçilme hakkından dolayı, ilk çağ demokrasisi, demokrasi teorisyenleri tarafından hep ideal demokrasi olarak, ulaşılması gereken zirve olarak nitelendirilmiştir. Zira bu rejimde, katılımcı demokrasi tam olarak mümkün bulunmaktaydı; seçmenler, alınan kararlara doğrudan katılıp, uygulanmakta olan kuralların/kanunların meşruiyet zeminini sağlıyordu.
Gittikçe artan nüfus ve kentlerin büyümesi, siyasi iktidarın doğrudan yönlendirilmesi imkanlarının ortadan kalkması üzerine, doğrudan katılım yerine, ‘temsili demokrasi’ kavramı ortaya çıkmıştır. Böylece demokrasi, artık o ‘ideal’ demokrasi olmaktan gittikçe uzaklaşmıştır. Temsili demokraside seçmenler, seçtikleri parlamenterlerin her türlü kararlarına (kanun çıkarmak vs.), önceden muvafakat vererek, kanunların ve siyasi iktidarların meşruiyetini sağlamış sayılıyor. Ancak burada unutulmaması gereken nokta, seçmenin bu iradesinin farazi bir nitelik taşımasıdır. Demokrasi üzerine geliştirilen her türlü teori ve açıklama bu faraziyeye dayandırılmaktadır. Bu tür bir meşruiyet, demokrasinin zayıf karnı olarak nitelendirilebilir. Öyle ise, demokratik nitelemeli her türlü rejim kutsallaştırılmamalı ve tabulaştırılmamalıdır.
Partiler rejimi ile desteklenen bir demokrasi süreci, yine bu faraziyeye dayandırılmaktadır. Yani seçmenlerin zımni iradesiyle oluşan parti tüzükleri ve programları, seçmen çoğunluğu tarafından iktidara taşındığında, bu parti çoğunluğunca oluşturulan parlamento tarafından çıkarılan yasalara (zımni) bir meşruiyet sağlanmaktadır.
Demokrasinin en mütekamil devrini yaşadığı kabul edilen geçen yüzyılda, apolitizasyon süreci yaşayan Batıda, gittikçe siyasal partilerin küçülmesi ve siyasal partilere olan güvenin yitirilmesi sonucu, tek başına iktidarların neredeyse imkansız olduğu yeni bir siyasi gelişme yaşanmaktadır. Bir tür koalisyonlar demokrasisi yaşanmaktadır. Partiler sisteminin güçlü olduğu ve ikili sisteme sahip Anglosakson ülkelerinde bile, seçime katılma oranlarındaki gerileyişten dolayı, güçlü siyasal yönelimler yerine, mevcut iktidarlara karşı tepki oyları bir sonraki iktidarı belirlemektedir.
Bu tepkiyi dikkatli bir gözle okuduğumuzda, tepkinin demokratik mekanizmaya karşı yapıldığını görmemek mümkün değildir. Zira demokrasinin en önemli unsuru seçimlerdir. Seçmenler, kendi iradelerinin siyasi iktidarlar tarafından yerine getirilmediğini gördüklerinde, bu durum, onları, kendi iradelerinin hiçe sayıldığı şeklinde bir kanaate götürmektedirler.
Seçmen tercihlerini doğru okumak ve ona göre siyasi iktidarın şeklini ve rejim biçimini belirlemek, demokratik rejimin (farazi bile olsa) meşruiyetini sağlar. Örneğin, Ekim 2002 Sırbistan seçimlerinde, seçmenlerin yüzde ellisinin altındaki bir seçmen kitlesi, seçimlere katılmamıştır. Bunun üzerine seçimler iptal edilmiştir. Daha sonra tekrarlanan seçimlerde, seçim çoğunluğu sağlanamayınca seçimler ikinci bir kere iptal edilmiştir. Bu seçimleri, katılımcı demokrasi ve meşruiyet sorunu açısından değerlendirdiğimizde aşağıdaki bulgulara ulaşırız.
Birincisi, seçimlerin, demokratik iktidarların meşruiyet (farazi bile olsa) aracı oluşlarının teyid edilmesidir. Katılım çoğunluğu olmadığı zaman, en yüksek oyu bile almış olsanız, yine meşruiyetiniz yok demektir. Çünkü katılım çoğunluğunun oyu (seçimlere katılmayanlar), en yüksek oyu alan siyasi partiden daha çoktur. Öyle ise, en çok yüksek oyu almış bile olsa, bir siyasi parti iktidara gelemeyecektir. Bu anlayışın bir benzerini de parlamentolarda görmek mümkündür. Zira parlamentolarda, katılım yeter sayısı bulunmadığı zaman, yapılan oylamalarla alınan kararlar geçersiz sayılmakta ve kanunlaşamamaktadır.
İkinci sonuç, demokratik teorinin bir iç muhasebe yaşamasını gerekli kılmaktadır. Zira, seçmen çoğunluğu (% 54 civarı), çoğunluk rejimi olan bir sistemini (% 51 ile iktidara gelme fikrini) reddetmiştir. Yani halkın çoğunluğu, çoğunluk sistemini reddetmiştir. Öyle ise burada, demokrasi teorisi, şu soruyu soracaktır kendi kendine: “Acaba, halkın çoğunluğu tarafından reddedilen bir rejim, kendi kendini idame ettirebilir mi?” veya, “Halkın çoğunluğu tarafından reddedilen bir rejim iktidarda iken, demokrasi, kendi kendini müdafaa etme yetkisini/meşruiyetini nereden alacaktır?” Bu ve bu gibi sorular, anayasa bilimi çevrelerince tartışılmakta olan, demokrasinin ‘kendi kendini koruma hakkı’ başlığı altında zaten tartışılmaktadır. Bu makale, demokrasi teorisinin eksikleri veya yetersizliği konusunu tartışmadığı için, bu alana girmeyeceğiz.
Üçüncü sonuç, demokratik rejimlerde görülmekte olan apolitikleşmeden ve siyasi parti ufalanmasından dolayı tek başına iktidarların yaşama şansı bir hayli azalmış görünmektedir. Ve Avrupa devletlerinin bir çoğunda koalisyonlar demokrasisi yaşanmaktadır. Acaba, (Sırbistan seçimlerinden sonra, halk tarafından reddedildiği gibi) demokrasi, Avrupa’da da halkın çoğunluğu tarafından reddedilirse, demokratik rejim hala bir çoğunluk rejimi olarak kendinden söz edebilir mi? Demokrasinin seçmen çoğunluğunca reddedilmesinin anlamı nedir? Bu ve buna benzer konular bilimsel çevrelerde henüz yeni yeni tartışılmaktadır.
Dördüncüsü, halkın siyasi partilere olan güveninin sarsılmasının bir başka ifadesi olan, kararsız seçmenlerin çoğalması ve bunların siyasi partilere yönelmemesi olgusudur. Bu durum, temsili demokrasiyi ve demokrasinin bir unsuru olan ‘seçimin belirleyiciliği’ faktörünü tartışmalı hale getirir. Zira, demokrasinin yaşaması, siyasi partilerin varlığıyla ve güçlü olmasıyla mümkündür. Zayıflayan bir partiler sisteminde, demokrasinin de bitkisel hayata girmesi kaçınılmazdır.
Demokratikleşmenin önemli bir sacayağını oluşturan seçim sistemlerinin, demokratik süreçlerle değil, demokrasi dışı güçlerce belirlenmesi, kitlelerin demokrasiye olan inancını zayıflatmaktadır. 1980 öncesi Türkiye’de politiğin aşırı özgürlükçü yorumu, anarşizmle sonuçlandıysa; anarşizm de apolitizasyonu beraberinde getirmiştir. Başka bir deyişle, anarşizmin demokratik süreci zayıflatması sonucu, demokratik olmayan yollarla siyasete bir kalıp biçilmesi, toplumun önce siyasete sonra da demokratik yollara olan güvenini sarsmıştır. Bu toplumsal mühendislik projelerinin, apolitikleşme ile sonuçlanması kaçınılmazdır.
Bugün bütün dünyada apolitikleşme rüzgarları esmektedir. Bu Jhon Lock’un önceden öngöremediği kadar ciddidir. Anayasa bilimi çevrelerinde uzunca bir süredir tartışılan bu konu, Doğu Bloğunun yıkılmasıyla bir süredir rafa kaldırılmıştır. Bu konu üzerinde henüz yeterince tartışmalar olgunlaşmadığı için, Komünist sistemlerin çöküşünün sebepleri arasında, Batı demokrasilerinin ‘üstünlüğü’nün dışındaki faktörlerin de bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Batıda yaşanan depolitizasyon sürecinde, gittikçe siyasal partilerin küçülmesi ve siyasal partilere olan güvenin azalması sorunu yaşanmaktadır. Bu durum, belki bir tür post modern olgu olarak görülebilir. Ancak, ister modernist, ister postmodernist olsun, bütün çabalar, bu durum karşısında aciz kalmıştır.
Modernleşen Batı demokrasisi, nasıl ki kendisini merkezde kabul edip, diğer ülke ve coğrafyaları kendine tabi olması gereken ve kendi tecrübelerini yaşaması gereken ülkeler olarak görüyorsa, demokratikleşme konusundaki tavrı da aynı doğrultudadır. Batı uygarlığı, bütün bir insanlık birikimi olan mevcut durumun kendi eseri olduğunu iddia eder. Bu konuda, demokratikleşme ve modernleşme arasında bir paralellikten söz edebiliriz.
B- Türk Anayasa ve Yasalaşma Sürecinde Meşruiyet Sorunu
Cumhuriyetin kuruluşundan beri gerek anayasaların, gerekse geçici rejim dönemlerinde çıkarılan diğer kanunların oluşturulmasında, demokratik meşruiyet şartının gerçekleştiğini iddia etmek oldukça zordur. Bu dönemlerde, kanunların oluşturulmasında, bürokratik ve askeri seçkinlerin dominant karakteri gözlenmektedir.
Özellikle askeri ihtilallerden sonra, Cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirici anayasa değişikliklerinin yanında çok temel nitelikli kanun değişiklikleri yapılmıştır. 1980 askeri ihtilalinden sonraki 3 yıl içerisinde, 667 adet kanun çıkarılmıştır. Kanun hükmünde kararnamelerle bu sayı, 800’e ulaşmıştır. Bu kanunların, kanun tekniği açısından değerlendirilmesi bu güne kadar yapılmamıştır.
Kanunlaşma süreci açısından değerlendirdiğimizde, bu dönemde çıkarılan hiçbir kanunun parlamento tarafından onaylanmadığını görmekteyiz. Milli Güvenlik Konseyi kararları, ‘kanun’ şeklinde nitelenerek resmi gazetede yayımlanmaktaydı. Kanun, toplumsal iradeyi yansıtan resmi bir belgedir. Bu belgeye resmiyet ve meşruiyet veren, onun millet veya onun iradesini temsile yetkili bir parlamento tarafından onanmasıdır. Bu, kanunun kurucu unsurudur. Yukarıda sözünü ettiğimiz kanunların hiç biri, parlamento tarafından onaylanmadığı gibi, Anayasa Mahkemesinde uzun bir süre iptal davası prosedürü ile bile denetlenememiştir.
Kanuna meşruiyet veren, onun, parlamentolar tarafından çıkarılmasıdır. Ancak, yukarıda değindiğimiz gibi, hiçbir anayasa hukukçusu, bu metinlerin kanun niteliğini tartışma konusu yapmaması, anayasa bilimi açısından bir eksikliktir.
Sonuç Yerine Bir Öneri
Anayasa, toplumsal iradenin en üst düzeyde buluştuğu noktadır. Piramidin tepesidir. Zira, diğer tüm yasalar, kanun hükmünde kararnameler ve diğer mevzuat anayasaya göre şekil alır ve piramidin alt taraflarını teşkil eder. Toplumsal irade toplumun tüm katmanlarından oluşuyorsa, bu bir tür mutabakat metni haline gelir ve herkes buna uymakla yükümlüdür.
Ancak, anayasayı oluşturan irade, toplumun tüm katmanlarından oluşmuyorsa, yani mutabakat yoksa ne piramit ne de tepesi sağlıklı bir şekilde oluşmaz. Türkiye örneğinde anayasalar, genellikle belli bir ideolojinin bir mutabakat metni diye sunulmasıyla oluşur. Toplumsal mutabakat olmadığından, ne anayasanın bağlayıcılığı yeterli ve gerekli etkiyi yapar; ne de özel ve tüzel kişilerin anayasaya bağlı kalmak gibi bir dertleri olur. Böyle olunca, anayasalar, gereksiz metinler ve formalite belgeler hükmünde algılanmıştır.
Bunun yanında, anayasa iradesi eğer toplumun bir kesiminin iradesini yansıtıyorsa burada bir resmi ideolojiden söz edilir. Ve bu ideoloji, anayasanın ruhu hüviyetini alır. Anayasal ideolojinin olduğu bir metin, ne kadar demokratik hükümler barındırırsa barındırsın, mahkemelerce bu ideolojiye göre yorumlanmak zorundadır. Her türlü hak ve özgürlük, bu ideolojinin rengine bürünür. Her türlü hak ve özgürlük kullanımı, bu ideolojinin sınırlarına toslar.
Demokratikleşme için atılacak en önemli adım, renksiz bir anayasa hazırlamaktır. Anayasalar ideolojisiz olmak zorundadır. Eğer ille de bir anayasa ideolojisi aranıyorsa, bu ideoloji demokratikleşme olmalıdır. Ve demokratikleşme ideolojisi, bütün ideolojilere eşit mesafede duran bir rejimin adı olmalıdır.