Enstitü Sayfası
Bediüzzaman’da İnsan Hürriyeti
İnsan hürriyeti konusu tarih boyunca düşünürleri yoğun şekilde meşgul eden bir konu olmuştur. Doğulu-Batılı yüzlerce bilim ve düşünce adamı insan hürriyeti konusunu tartışmış, bu konuda binlerce eser vermişlerdir. Konu hakkında tartışma bütün hızıyla günümüzde de devam etmektedir. Çünkü hürriyet konusu doğrudan insanın günlük hayatını ilgilendirdiğinden konuya yaklaşım tarzı herkesi yakından alakadar etmektedir. Öte yandan bu konu belli açılardan düşünce sistemlerinin dayandığı çıkış noktası konumundadır. Siyasal sistemlerin niteliğini geniş ölçüde insan hürriyetine yaklaşımları belirlemektedir.
Düşünce ve inanç sisteminin temelinde insan ve insanın eylemlerinin niteliği bulunan İslâm’ın hürriyet konusunda kayıtsız kalması düşünülemez. Nitekim binlerce Müslüman filozof, kelamcı, müfessir, mutasavvıf bu konuyu yüzyıllarca tartışmış, konu hakkında binlerce eser vermişlerdir. Doğal olarak bu tartışma süreci içinde konuyla ilgili sayılmayacak sayıda doktrin, tez ve yaklaşım üretilmiştir. Bütün bu zihni faaliyetler, insanlığın evrensel düşünce birikimine önemli bir katkı sağlamıştır. Hatta bu birikimin bazı unsurları, izleyen çağlarda Doğulu ve Batılı filozoflar tarafından biraz daha işlenerek üzerlerine son derece etkili felsefi sistemler kurulmuştur.
BAŞLIKBAŞLIKBAŞLIK
Bediüzzaman insan hürriyetiyle ilgili yaklaşımını; İlahi kudret ve hallakıyet, insanın fonksiyonu ve konumu, insanın iç ve dış hürriyeti bağlamında temellendirir. Hemen belirtelim ki İlahi İlim, İlahî İrade ve İlahi Kudretin hakimiyeti konusunda Bediüzzaman’ın en ufak bir şüphesi olmadığı gibi aksine tüm çabası insanlara bu gerçeklikleri hissettirme yönünde yoğunlaşır. İlahi hallakıyet her şeyi derinliğine kuşattıysa insan hürriyeti nasıl garanti altına alınacaktır? Bediüzzaman bu konuda ilginç sayılabilecek “mülk-melekut” ayırımını yapar ve yaklaşımını bunlar üzerine bina eder. Mülk alemi fizik ve organik alemi, melekut alemi ise fizik ötesi olan alem-i gaybı, alem-i misali ifade eder. Mülk âleminde hikmet, melekut âleminde ise kudret hakimdir. Mülk âlemi sebeplerin, tabiat kanunlarının, zıtların bulunduğu alemdir. Melekut âlemi ise şeffaftır ve doğrudan İlahi kudrete muhataptır. Sebepler ve fizik âleme ait kanunlar orada geçerli değildir.
Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz cihet varlıkların mülk cihetidir. Her şey belli sebeplere bağlanmış ve belli kanunlarla işlemektedir. Çünkü ilahî âdet böyle istemektedir. Başka bir açıdan varlık aleminin mülk ciheti insan eylemlerinin bağımsızca gerçekleştiği cihettir. İnsan iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte, insan kudreti insanın fiillerini üretebilmekte ve bundan dolayı insan yaptığından da sorumlu olabilmektedir. Başka bir ifade ile varlık aleminin mülk ciheti “daire-i muamelat”tır. Ahlakî ve hukukî eylemlerin cari olduğu âlemdir. Burada insanlarca gerçekleştirilen tüm akitler, eylemler, objektif olarak değerlendirilir. İnsan bireyinin yaptığı her şey kanun önünde anlamlıdır ve insan onlardan sorumludur. Melekut ciheti ise “daire-i itikat”tır. İlahi kudret bu daireye tecelli eder. Mülk dairesi, Hallakıyet dairesi için bir “sebeb-i âdi”dir, mülk dairesinde seçilen fiiller hallakıyet dairesinde yaratılmaktadır. Dolayısıyla insan kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en yararlıları seçmek ve yapmak durumundadır.
Öte yandan Bediüzzaman’a göre insan iradesi mahluk değildir, sadece bir “emr-i nisbi”dir. Dolayısıyla insana verilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak bir “emr-i nisbi” olan bu irade, insanın faaliyetleri ve sorumluluğunun da kaynağıdır. Basit ve nisbi olsa da insanın “halife-i arz” makamına yükselmesine, sema ve arzın yüklenmekten çekindikleri “emanet”i yüklenmesine temel olmuştur.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “tel gibi ince” nitelikte olan “irade-i cüz’iye” olumsuz ve ademî şeylerin ortaya konulmasında son derece etkili ve fonksiyoneldir. Düşünüre göre günah, küfür, zulüm, dalalet gibi şeyler olumsuz ve ademî olduklarından çok basit bir “terk” ve “ihmalle” gerçekleştirilebilirler. Dolayısıyla son derece basit bir olgu olan insan iradesi bunların gerçekleştirilmesi için bir temel olabilir ve insanı yaptıklarından sorumlu kılabilir. Düşünüre göre insan iradesi, içinde çok sayıda personelin çalıştığı mükemmel bir bahçenin sadece su kanallarına bakan işçisi veya koca bir gemide basit bir göreve bakan bir tayfa gibidir. Bu bahçenin hayatiyetini aynı mükemmellikte devam ettirebilmesi için o işçinin görevlerini aksatmadan yapmasına bağlıdır. Bu konuda göstereceği en ufak bir aksaklık bahçenin tahrip olmasına yol açabilir. Aynı şekilde büyük bir geminin rotasına uygun olarak batmadan yoluna devam edebilmesi için tüm personelle birlikte o tayfanın da görevini aksatmadan en iyi şekilde yapması gerekir. Basit bir ihmal geminin su alması veya rotasını şaşırarak kayaya toslamasına yol açabilir.
Bu iki örnekten hareketle Bediüzzaman, insan iradesinin ne kadar varlıkla yokluk arasında bir olgu olsa da insanı yaptığı şeylerle şeytandan daha aşağı veya meleklerden daha yukarı mertebelere çıkartabileceğine vurgu yapar.
Bu metafizik yaklaşımdan hareketle Bediüzzaman sosyal ve siyasal alana yönelir ve bu bağlamda insan hürriyetini temellendirir. İnsanlığın hem psikolojik, hem de sosyo-ekonomik açıdan gelişebilmesinin ancak hür bir ortamda olabileceğini vurgular.
Ancak hemen vurgulayalım ki, Bediüzzaman insanın hür olması olgusunu sadece siyasal veya toplumsal alanlarda hür ve bağımsız olma anlamında kullanmaz. Onun kavradığı hürriyet daha geniş anlamdadır. Hürriyet anlayışının biri “İç Hürriyet”, diğeri “Dış Hürriyet” olmak üzere iki boyutu olduğu söylenebilir.
İç hürriyet
Genel olarak hürriyet, insanın her türlü insanı kendine bağımlı hale getiren ve köleleştiren olgudan bağımsızlaşma olduğuna göre insanın da içsel duygular, ihtiraslar ve tutkulardan kurtulması, bağımsız hale gelmesi de bir hürriyet durumudur. İnsan nefsine, hevasına, şehvetine, servetine, makam ve mansıbına, gençliğine… bağımlı hale gelmesi onun hürriyet alanının giderek daralması, hatta zamanla tamamen ortadan kalkması anlamına gelir. Aşırı ölçülere varan bir hazcılık, tüketim köleliği, servet edinme veya elde ettiği serveti elde tutma veya arttırma tutkusu, aşırı bencillik, hakimiyet tutkusu, eroin, alkol bağımlılığı… gibi unsurlar insanları kendisine tutsak eden olgular olmalıdır.
Gerçekten Bediüzzaman’a göre çağımızda modern kapitalist ideoloji insanlara belki zahiri bir hürriyet vermiş, fakat onları aynı zamanda çeşitli tanrıların kulu haline de getirmiştir. İnsanın köle olmaya yatkın bazı duygularını kışkırtarak bu duyguların nefsi ve aklına egemen olmasını sağlamış ve insanın bir otomat haline dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Tüketim çılgınlığı, şehvet, şöhret ve şatafat düşkünlüğü çağımızda insanları esir alan, hürriyetini gasp eden olgular olmuştur. (Nursi, Sünuhat, s. 44) Üstadın rafine ifadesiyle: “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. [Aksine] Şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır.” (Nursî, 1991, Münazarat, s. 55).
Bediüzzaman, bencillik, radikal hedonizm tutkusu ve aşırı mal ve servet ihtirasından insanın kurtulabilmesinin ancak Allah’a imanla mümkün olduğunu vurgular. Bediüzzaman’a göre dünya ve dünyalıkları kesben değil kalben terk etmek gerekmektedir. Çünkü, dünya zevklerinin ömrü kısa olduğu için süratle insanın elinden çıkmakta ve yok olmaktadır. İnsana ise sadece bunların elemiyle acı çekmek kalmaktadır. Aynı şekilde, dünyadaki zevkler zehirli bir bala benzemekte, çok kısa bir zevkten sonra insanı derin sancılar içine sürüklemektedir. Üstada göre ebed’i isteyen ve ebedî bir hayat için yaratılan insan ruhunun özgür bırakılması, geçici ve elem verici dünyanın zevklerine bağımlı hale getirilmemesi gerekir. (Nursi, Mesnevi, s. 114)
Dış hürriyet
Genel olarak “hürriyet” kavramından kastedilen mana dış hürriyettir. İnsanın; inancının, düşündüğünü ifade edebilmesinin, ibadetinin, istediği tarzda kendi ve neslini eğitmesinin, istediği şekilde kazanma ve harcamasının, kendi kültürel normlarını serbestçe icra etmesinin, bizzat kendi seçtiği vekillerle yönetilmesinin, kendisinin de seçme ve seçilebilme imkanına sahip olmasının, istediği zaman ve istediği mekanda seyahat edebilmesinin… herhangi bir kurum veya organizasyon tarafından sınırlandırılmaması, engellenmemesi dış hürriyeti ifade eder. Bediüzzaman’ın “ekmeksiz yaşarım fakat hürriyetsiz yaşayamam” ifadesinde vurguladığı hürriyet bu tip hürriyettir.
Dış hürriyete sınırlama ve engelleme sadece sivil ve askeri elit ve bürokrasiden gelmez, aynı zamanda dini organizasyonlardan, sınıf yapılarından, sosyal kurumlardan, ilmî teşekküller ve ekollerden de gelebilir. Bu gerçeği dikkate alarak Bediüzzaman ısrarla “ilmî istibdattan”, “içtimaî istibdattan” ve “siyasî istibdattan” yakınır ve bunların nasıl aşılabileceği yolunda kafa yorar.
Mesela din büyüklerinden gelebilecek bir istibdat ve baskıya karşı insanları uyararak böyle bir baskı karşısında direnmeleri gerektiğini tavsiye eder. Bazı insanların: “Büyük alimlere, şeyhlere, velilere karşı nasıl hür olacağız? Onların bize tahakküm etme hakları yok mu? Biz onların faziletlerinin esiriyiz” sözlerine karşı Bediüzzaman, “velayetin, şeyhliğin büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir; demek tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (çocuklaşmış şeyh); siz de (Onu) büyük tanımayınız” (Nursi, Münazarat, 1991, s. 59-60) diyerek insanların iradesine ve hürriyetine ipotek koyan dini şahısları eleştirir. Çünkü Ona göre iman rabıtasıyla Allah’a bağlanan bir insanın başkasına zillet göstermesi ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmesi doğru değildir, böyle bir zillete izzet-i imaniyesi müsaade etmez.”(Nursi, Münazarat, 1991, s. 59)
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Bediüzzaman dini teşkilat ve cemaatların hürriyet ve hukuka saygı zemini üzerinde teşkilatlanmaları gerektiğini önerir. Önder şahsiyetlerin bireylerin haysiyet ve şereflerini, kimlik ve onurlarını ezerek, hürriyetlerini bastırarak eğitmeye çalışmasının imanın izzetine yakışmadığını vurgular.
Bediüzzaman bireye, devlet ve devlet bürokrasisinden yönelebilecek hürriyeti engelleyici baskı ve dayatmalara da şiddetle karşı çıkar. Bu tip otoriter politikaların insanlığın normal gelişmesini önleyeceğini, insanlığa menfaat yerine zarar vereceğini savunur. Bekleneceği gibi devletten bireye yönelen baskı ve dayatma; insanın asgari hak ve hürriyetinin sınırlanmasından, farklı etnik kimliğe sahip olan bireylerin hakim etnik yapı içinde asimile edilmesine, farklı mezhep mensuplarının belli bir mezhebi kabule zorlanmasına, her türlü farklı yaklaşımların bastırılarak hakim yaklaşımın tek geçerli yaklaşım olarak benimsenmesinin dayatılmasına, hatta devletin belirlediği ideoloji istikametinde yeniden bir insan tipi üretilmeye çalışılmasına kadar uzanabilir.
Seçkinci elitin ideolojisi ve değerleri doğrultusunda yeniden bir insan tipi üretilmesi projesi faşist ve komünist uygulamaların trajik ve patolojik sonuçlarıyla dünya ölçeğinde son bulmuştur. Bu projeyi akl-ı selim sahibi hiç kimse savunmamaktadır artık. Çünkü toplumların doğal gelişme seyrine bir dışsal müdahale toplumların dengesini bozacağından beklenmedik patolojik ve trajik sonuçlar doğurabilmektedir. Sonunda bu projeyi uygulamaya koyanlar da acı çekmekte, fakat iş işten geçmektedir. O zaman en sağlıklı yol, insanların önündeki engelleri kaldırarak hür bir zeminde kendi doğal gelişmelerine imkan sağlamaktır.
Benzer yaklaşımı Bediüzzaman da seslendirir: Ona göre devlet ve tüm devlet üniteleri sadece bir “hizmet” birimidir. Esas olan, toplumun bireyleri veya onların kendi özgür iradeleriyle oluşturduğu sivil organizasyonlardır. Devlet bir hizmet birimi olarak daha aşağıda yer alır. Bediüzzaman’ın ilginç benzetmesiyle fertler veya cemaatlar pınar, devlet ve üniteleri havuzdur. Devletin önceden belirlenmiş bir ideolojisi olmadığına ve sadece bir entegre hizmet üniteler organizasyonu olduğuna göre onun hangi biriminde görevli olursa olsun tüm memurları da bir hizmetkardır. Dolayısıyla Bediüzzaman’a göre o memurların başka dinler veya mezheplerden olması önemli değildir. “Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali” oluyor; nasıl olur?” diye soran hemşehrilerine karşı “saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi” cevabını verir. (Nursî, Münazarat, s. 79). Dolayısıyla süpürgeci ve saatçinin sanatının dışında herhangi bir ideoloji benimseyerek müşterilerine bu ideolojiyi dayatması nasıl saçma bir şeyse devlet bürokrasisinin de vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılama dışında belli düşünce veya yaşayış kalıplarını dayatması aynı seviyede saçmadır.
Bu yaklaşıma göre hangi kaynaktan kaynaklanırsa kaynaklansın insana yönelen baskı ve istibdat Bediüzzaman’a göre; her türlü su-i istimale ortam hazırlayan, çeşitli zulüm ve baskılara imkan tanıyan, toplumların sosyo-ekonomik gelişmelerini önleyerek sefalet ve cehalete mahkum olmalarını doğuran, fertler arasında gerekli olan sevgi ve saygı duygularını dinamitleyerek kin ve nefret duygularının yaygınlaşmasına neden olan bir sosyal felakettir. Bu bakımdan mutlaka karşı çıkılması gerekir. Nitekim Bediüzzaman’ın hayatı tepeden tırnağa bir hürriyet mücadelesi şeklinde geçmiştir. “Hürriyet makine-i hayatın buharıdır” (Nursi, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59) diyerek hürriyetsiz hayatın hayat olmayacağını söyler. “Ben hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdit ettirmem” (Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 39) diyerek de bu konuya verdiği önemi vurgular. Hatta daha da ileri gidererek “Ben ekmeksiz yaşarım, (fakat) hürriyetsiz yaşayamam.” (Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 408) “Aklımı fedâ ettim, hürriyetimi fedâ etmedim.” Divan-ı Harb-i Örfi, s. 36) diyerek hürriyetin insanın vazgeçemeyeceği bir hakkı olduğunu ortaya koyar.
Bediüzzaman, toplumların sağlıklı bir şekilde sosyo-ekonomik kalkınmalarını sağlayabilmek için tüm sosyal ve siyasal mekanizmaların hürriyet zemini üzerine kurmaları gerektiğini önerir. İnsan Allah’ın halifesi ve mahlukatın en şerefli varlığı olarak kabul edildiğine göre insan bu kabule göre değerlendirilmelidir. Onun düşüncesi, davranışı ve üretici istidadı önüne konulan tüm engellerin kaldırılmalıdır. Çünkü bu yolla insanoğlu, ebede kadar uzanan duygu ve istidadını geliştirme imkanına sahip olabilecektir. Aksi durumda çeşitli istibdat ve baskılarla insanoğlunun potansiyel enerji ve istidadı kinetik hale dönüştürülemeden israf edilecektir. Bediüzzaman’ın orijinal ifadeleriyle: “Kalplerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek hürriyet-i kelam (söz hürriyeti)…” ile mümkündür.
Bunun için Bediüzzaman ısrarla “hürriyet-i şer’iye” ve bunun bir zorunlu kurumu olan “meşveret-i meşrua”yı önerir. Düşünürün bu konuda öngördüğü temel ilkeler evrensel ilkelerdir: Kuvvet yerine hakk’ın, cehalet yerine bilginin, kin ve düşmanlık yerine sevginin, keyfilik ve şahsiyetçilik yerine objektif kanunun ve ilkelerin ikame edilmesi, sosyal ve siyasal hayatın bu rasyolar çerçevede dizayn edilmesidir. Aynı şekilde tüm kararların, keyfî ve kişisel heva ve heveslere göre değil, kolektif bilgi ve hikmete dayalı kurum ve kurullarla istişare edilerek alınması ve uygulanmalıdır.
Bediüzzaman’a göre bireyin, toplumun, hatta bir büyük kıtanın sosyo-ekonomik gelişmesini sağlayabilmesi geniş ölçüde sahip bulunduğu siyasal sistemin niteliğine bağlıdır. Bu sistem despotizme, keyfî karar ve iradelere, bilim ve hikmet dışı eğilimlere dayanıyorsa böyle bir toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi mümkün değildir. Özellikle İslam toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi her türlü, istibdat ve baskıdan uzak İslamî hürriyet ve şurâ ile mümkündür. Gerçekten Bediüzzaman ve benzeri şahsiyetler İslam toplumlarının ve genel olarak Asya kıtasının geri kalmasının esas nedeninin gerekli hürriyet ve şurâ kurumlarını geliştirememiş olmalarına bağlarlar.
Şurâ kurumunun devreye sokulması ile sosyo-ekonomik gelişme arasındaki müspet korelasyon, toplumun önemli bir kesiminin potansiyel enerji birikiminin toplum kalkınmasında harekete geçirilmesi nedeniyledir. Her insan kendi dünyasında tek başına bir “kâinat” olduğundan potansiyel enerjisi de o ölçüde büyüktür. Sosyal, siyasal ve ekonomik gelişme sürecinde toplumun büyük bir kesiminin kararlara ortak edilmesi, onların da bu yolda düşünmesi, kafa yorması sağlanırsa gelişme yolunda büyük bir enerji kaynağı harekete geçirilmiş olur. Bu kaynakların organizeli bir şekilde bir “havuz”da toplanması ve değerlendirilmesi durumunda toplumun gelişme trendi kat kat artmış olur. Tersi durumda sadece belli personelin kafa yorması söz konusu olacak, o da son derece girift ve karmaşık olan gelişme sürecini yavaşlatacak, hatta geriletecektir. Aynı şekilde sosyo-kültürel gelişme sürecinin istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi için de binlerce “parlak zeka”nın bu konuda kafa yorması ve geliştirdiği düşünceleri serbest ve hür bir ortamda ifade etmesi gerekir. Aksi taktirde toplumun sosyo-kültürel hayatında son derece patolojik gelişmeler söz konusu olabilir. Bu incelikleri derinden hissettiği ve kavradığı için ısrarla Bediüzzaman, yöneticileri toplumun her kesimiyle sürekli “istişare” etmeye çağırır. Hatta daha da ileri giderek devletlerin, kıtaların geliştirecekleri istişare kurumlarıyla her meseleyi birbirleriyle istişare etmeleri gerektiğini önerir: “…Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır…” (Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 66)
Bediüzzaman’ın gelişmeci ve hürriyetçi yaklaşımını en çarpıcı bir şekilde yansıtan ünlü “Hürriyet’e Hitap” nutkundan bir paragrafla noktalayalım: “Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşvünema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, inşaallah mucize-i Peybamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye (anayasa trenine) amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye (meşveret şimşeğine) fikren bineceğiz. Bu vahşetengiz sahra-yı kebiri (korkunç büyük sahrayı) zaman-ı kasırada (kısa zamanda) tekemmül-i mebadi (teknolojiler) cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine (ekonomik açıdan gelişmiş toplumlar) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebadiye (teknolojik araçlara) bineceğiz (onları) fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.” (Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 76-77.)