Enstitü Sayfası
Risale-i Nur: İsm-i Kayyum Penceresinden
Kainat, ism-i Kayyum ile ayakta duruyor. Eğer ism-i Kayyum’un tecellisi bir an kesilse, alem mahvolacak. Kainatta her şey mükemmel bir denge üzerinde kaimdir. Ve bütün isimlerin birbirine ayine olması gibi; ism-i Kayyum’un penceresinden baktığımızda da, sair isimlerin bir kuğu güzelliğinde gözlerimizin önünden süzülüp geçtiğini görmemiz mümkündür. Yıldızlardan hücrelere ve atomlara varıncaya kadar bütün mevcudat bu sırla ayaktadır.
Bir kuşun gökyüzünde süzülmesi, bir kelebeğin nazlı nazlı uçması, bir kurbağanın sıçraması, galaksilerin ve elektronların ihtişamlı hareketleri, dağın, taşın ve ağaçların ayakta durmaları gibi, insanın ve toplumun da ayakta ve dengede durması, aynı hakikate bağlıdır.
Kainatta her şey denge üzerine kurulmuştur. Bir toplu iğnenin başından her saniye bir milyar atom düşmesi halinde, toplu iğnenin başının ancak beş bin yılda tükeneceğinin bilinmesi, atomun küçüklüğü hakkında bir fikir verirken; akılları durduracak sayıdaki atomları muhteşem bir nizamla ayakta tutan Kayyum-u Hakim’in, bu uçsuz bucaksız kainatı ihtişamlı bir sanat eseri olarak önümüze serdiğini düşündüğümüzde, içimizin ürpermemesi mümkün mü?..
Yine, içinde yaşadığımız şu şirin mavi gezegenimiz de kayyumiyet tecellileriyle doludur. Örneğin, dünyanın atmosferinde ısı otomatik olarak sürekli dengelenir. Bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artarak bulutlar çoğalır ve güneşten gelen ışınların bir kısmı geri yansıtılarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınması önlenmiş olur. Bütün zararlı ışınlara ve tehlikelere karşı atmosferi dünyamıza şirin bir zırh yapan ve kainatta cari muazzam denge ve kanunlarla bizi maddeten muhafaza eden Rabbimiz, ism-i Kayyum’un o güzel yüzünü bize durmadan tazelendirerek göstermektedir.
Yapılan araştırmalara göre, atmosferimizdeki %21’in üzerine çıkan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangınını başlatma olasılığını %70 artıracaktır. Bu mükemmel denge, hayvanların oksijeni tüketip kendileri için zararlı olan karbondioksitin de bitkiler tarafından emilerek her gün milyarlarca ton oksijen üretilip atmosfere salınmasıyla devam edip gider. Bu muazzam denge bir an bozuluverse ya canlılar nefessizliğe mahkum olacak veya dünya dev bir tüp patlamasına sahne olacaktı.
Ve bize çok basit gibi görünen, nefes alıp-verme gibi bir fiilin arkasında da yine büyük bir hayranlık ve heyecan uyandıran kayyumiyet tecellileriyle karşılaşırız. Vücut sistemimiz öyle bir biçimde yaratılmıştır ki; aslında çok karmaşık olan nefes alma işi, biz yürürken, koşarken, yemek yerken, su içerken, uyurken ne kadar nefes almamız gerektiği hesaplanır ve ciğerlerimiz ona göre çalıştırılır. Her saniye vücudumuzda gerçekleşen milyarlarca ayrı işlem için aldığımız oksijendeki enerjiye sürekli ihtiyaç duyarız. İşte havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizdeki yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Odacıklar sayesinde preslenmiş bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı düz bir yere yayabilseydik, bir tenis kortu kadar yer kaplar. Ve bu 300 milyon küçük odacığa çekilen havanın yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı tam da ciğerlerimize uygun ve o muhteşem dengenin ve Kayyumiyetin kainatta cereyan eden küçük bir pırıltısıdır.
Dolayısıyla, bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz ki; atomdan, insandan, dünyadan veya kainattan neyi çıkartırsanız ya da neyi azaltırsanız denge bozulur. Yani “şu olmasaydı daha iyi olmaz mıydı?” Veya “şu kadar değil de bu kadar olsaydı” diyebilmemiz büyük bir cehalet ifadesinden başka bir şey değildir.
Alemlerin Rabbinin gönderdiği Kitab-ı ezeliye bakıldığında, alem-i kebir olan kainat, alem-i sağir olan insan için ibretlerle doludur. Çünkü alem-i insaniyet esma-i hüsna talimine muhtaçtır. Hem de her zamankinden daha şiddetle, çünkü dengesini hiç bu kadar kaybetmemişti dünya… Hiç bu kadar çökmemişti insani değerler… Hele hele İslam aleminde… İnsanlığın çivisi, maalesef Müslümanların iç dinamiklerinin dumura uğramasıyla yerinden oynadı. Kur’an ile tesis edilen o sımsıkı bağın çözülmesi ve incelmesi ile de çıktı. Çünkü tarih boyunca, alem-i İslam Kur’an’la haşir neşir olduğu müddetçe dünya milletlerine ve insanlığa medeniyette üstatlık etmiş, her yere huzur ve saadet hakim olmuş, aksi halde ise dünyanın ve insanlığın da dengesi bozulmuştur.
İşte Risale-i Nur hareketi bu dengenin-hem insanın kendi nefsinde, hem İslam toplumlarında, hem de tüm dünyada-yeniden kurulmasından başka bir şey değildir. Bırakalım insanların hedefe hızla yürümelerini, yürümek için ayağa kalkamayacak kadar dengesi alt üst olmuştur zamanımızda. Komünizm, Kapitalizm, Materyalizm, Darwinizm ve sair izmler insanın DNA’larını bozmuş, doğasını ve fıtratını mahvetmiş, “Muhakkak ki insan azgınlaştıkça azgınlaşır.”(Alak Suresi; 6) hükmüne masadak etmiş ve iki dünya savaşıyla adeta bu gizli ve azgın yüzünü göstermiştir.
Bir şey ne kadar güçlü, kuvvetli ve ne kadar yükseklerde olursa olsun dengesini kaybettiği anda ters yüz olur. Her şeyi ayakta ve dengede tutan Allah, beşeriyetin de dengede kalabilmesi için Resul vasıtasıyla sırat-ı müstakimi göstermiştir.
Ayakta durmak ve dengeyi yakalamak… Kur’an’ın insanın önüne serdiği bu hakikat hala tazeliğini ve canlılığını korumakta. İşte bu hakikati kavrayıp, anladığımız ölçüde ism-i Kayyum o denli ma’kes bulacak, ferdi ve içtimai hayatımızda.
İstanbul onca zorluklarla fethedildikten sonra ortaya emeğini, dehasını, gençliğini ve hepsinden önemlisi yüreğini koyarak Hz. Peygamberin müjdesine nail olan Fatih, hocası Akşemseddin Hazretlerinin huzurunda eğilerek, İstanbul’un manevi fatihini işaret etmiştir. Aslında bu fiil, maddenin mana önünde eğilmesinden veya maddenin de mana kazanmasından başka bir şey değildir. İşte Fatih’i asıl Fatih yapan ve yücelten sır da budur… Tam da burada dikkatimizden kaçırmamamız gereken incelik şu ki: İstanbul’un fethi için maddi gücün sembolü olan Fatih ne kadar önemli ve kaçınılmaz ise, mananın sembolü olan Akşemseddin de o derece önemli ve kaçınılmazdır. İşte madde ile mananın dengesi ne ölçüde mükemmel kurulursa; muvaffakiyet ve fetihler de o ölçüde mükemmel ve hızlı olacaktır.
Elhasıl; hepimizin bir tarafında Fatih, bir tarafında da Akşemseddin vardır. İkisini dengede tuttuğumuz kadar dengede kalacağız ve ism-i Kayyum’a mazhariyet kesbedeceğiz. Ve fert olarak ne kadar muhtaç isek bu kudsi dengeye, toplum ve cemiyet olarak da o kadar muhtacız. Evet cemiyet ve millet de büyük bir insan gibidir. Kanserli bir hücrenin veya tehlikeli bir virüsün vücutta çoğalarak tahribatı ne ise ve vücudun dengesini alt üst edeceği ne kadar ortada ise; mananın ve maneviyatın ferdi ve sosyal hayatta öldürülmeye çalışılması da, mana adına maddenin yok sayılması da bizi hep aynı yanlış sonuca götürecektir. Bir başka ifadeyle; hiç ölmeyecekmiş gibi sadece dünya ve nefis için çalışan modern fakat ruhsuz, kalpsiz kölelere veya bir lokma, bir hırka felsefesi içinde yaşayan; maddeyi, sosyal hayatı ve dünyayı, kalben değil kesben, maddeten terk eden sofi meşrep insanlara veya cemiyetlere döneceğiz.
Her şeyi yerli yerinde yaratıp, layık olduğu rengi veren Kayyum-u Hakiki, gönderdiği mesajların pek çoğunda bize hep aynı Rabbani dersi verir: Dengeyi görmek, dengeyi hissetmek, dengeyi yaşamak… İfrat ve tefritten kaçmanın, bir noktadan başka bir noktaya en hızlı ve kestirmeden gitmenin yolu; sırat-ı müstakim. Bir başka ifade ile makam-ı Kayyumiyet…
İnsanlık tarihine bakıp, kayyumiyetini kaybeden toplumların ve milletlerin hazin sonuna dikkatlerimizi çeken Kitab-ı Mübin, bütün bunların üzerinde düşünerek ibretler almamızı ister. Ve yine aynı Kitap, onları sonun başlangıcı sayabileceğimiz bu noktaya getiren hangi nefsi hataların birleşip büyüyerek, masumları da yakan toplumsal felaket ve musibetlere döndüğünü eşeleyip, ortaya çıkarmasını da ister akl-ı selimlerin.
İnsanlığın ferdi ve içtimai hayatta bir cambaz gibi her yönüyle hayat ipinin üzerinde dengede kalarak, emin adımlarla yürüyebilmesi; semavi, vicdani heyecan ve huşuya şiddetli muhabbeti ve arzusu ile olacaktır. Aksi halde, görünen köy kılavuz istemeyecektir elbette. Düşenler ortada tutunacak dal da bulamayacaklar. Sukutlar ve pestlikler yaşanacak pis çukurlarda… herkes birbirine pis sular, pis yiyecekler, pis meyve ve tatlılar ikram edip duracaklar, şu üç günlük dünyada. Ve ayarlar bozulacak; içilenler, yenilenler, tadılanlar ve gayr-i meşru yollardan kazanılanlar posa olarak hastanelere, hapishanelere veya mezaristana sıkıntı ve işkenceli bir halet-i ruhiye içinde atılarak bir başka Kayyumiyet tecellisine sahne olacak.
Ne dersiniz, ahir zamanda kıyamet alametlerinden olan taşkınlıkların ve depremlerin artması da aynı hakikatin bir başka ucu değil mi?.. İhtiyar dünyamızdaki ihtiyarlanmayan dünya, mal ve nefis sevgisiyle tutuşarak yeryüzünde fitne ve fesat çıkarıp kan döken ademoğullarıyla birlikte, ehl-i iman olarak biz de kalp yüzümüzde aynı suça mı ortak olduk ki, yeryüzü sallandıkça her şey daha bir yerli yerine oturuyor, bu taşkınlıklar da depremlerle dengesini buluyor ve dengeleniyor sanki…