Hayatı
Bediüzzaman’a Göre İsbât-ı Vâcib Delili Olarak Vicdan
Risale-i Nur’da isbât-ı vâcib delilleri, kelam kitaplarında olduğu gibi sistematik bir şekilde işlenmemektedir. Müellif, isbât-ı vâcib delillerini eserlerinde bazen bütün delilleri aynı yerde, bazen de müstakil olarak farklı yerlerde izah etmektedir.1
O, Allah’ın varlığını ispat eden delilleri temelde, bütün peygamberlerin marifetini şahsında toplayan “Hz. Muhammed (s.a.s)”, bütün mahlukatı içeren “kâinat”, bütün semavî kitapların ders verdiği hakikatin en yüce ifadesi olan “Kur’an” ve insanın Allah’ı tanıma kabiliyeti taşıyan tüm duygularının merkezi hükmündeki şuur sahibi fıtrat olarak “vicdan” olmak üzere dört kategoride mütalaa etmektedir.2
Şimdi Said Nursî’nin isbât-ı vâcib mevzuunda ortaya koymuş olduğu bu delillerden olan “vicdan”ı incelemeye çalışalım.
Said Nursî, Allah’ın varlığını ispat eden delillerden dördüncüsü olarak vicdanı zikretmektedir. Ona göre, vicdanın derinliklerinden insanı kuvvetli bir şekilde kâinatın yaratıcısına yönelten, onu huşu içinde sena ettiren bir ses yükselmektedir. Özellikle günahlardan uzak kalınıp, tefekkür yoluna girildiğinde vicdan ve şuur sahibi herkeste bu anlayış kendini gösterecektir. İşte Said Nursî, derin tecrübelere dayanarak bu hakikate yönelmiş ve bunu Allah’ın varlığına dair önemli bir delil olarak kabul etmiştir.3
İnsanın ihtiyaç alanı kâinatı kapsamakta, hatta kâinatı da aşmaktadır. Çünkü, ölümün ötesindeki hayata şiddetli derecede muhtaç olan insan, bütün duygularıyla beka ve sonsuzluk istemektedir. Buna karşılık, insan, bu ihtiyaçlarının hiçbirini kendi başına karşılayabilecek güce sahip değildir. Kendisi gibi yaratılmış sair şeylerde de bu gücü bulamamaktadır. Çok hassas duygularla donatılmış olan insan, bu apaçık acizliğine karşı, her zaman bir dayanak noktası bulma ihtiyacı hissetmektedir. Hatta o, hazırlanıp eline verilen hayatın, gençliğinin, duygularının, lezzet aldığı yiyecek ve giyeceklerin, kısacası ona sunulan tüm nimetlerin gün be gün elinden gittiğini, kendisini terk ettiğini görmekte ve bunların ayrılmalarına karşı koyabilecek hiçbir gücü kendinde bulamamaktadır. İşte, insanın bu çaresizliği karşısında vicdan, medet umacağı bir nokta, kuvvet bulacağı bir dayanak olmaktadır. Said Nursî’ye göre vicdan, Cenab-ı Hakk’ın marifetini beşerin kalbine tecelli ettiren bir dayanak ve medet noktasıdır. Bu sebeple akıl gözünü kapasa dahi, vicdanın gözü daima açıktır.4
Nursî’ye göre insan, çok hassas duygularla donatılmıştır. Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesinin insan olduğu, ona verilmiş bu hassas, mükemmel ve küllî duygu ve kabiliyetlerinden de anlaşılmaktadır. Bu durumda bulunan insanın ümitsiz, çaresiz, daima korku içinde, telaşlı, her zaman ölüp yok olma tehlikesiyle yüzyüze, elinden hiçbir şey gelmeyen bir zavallı hükmünde kalması; ciğerleri yandıran cehennemî bir ruh haleti içinde yaşaması, kâinattaki mükemmel düzene zıttır. Bir Yaratıcıya inanmayan, mevcudatı kör tesadüflere havale etmek zorunda kalır. Tesadüflerin sunduğu belirsizlik ise, bir dayanak noktasına muhtaç olan vicdanın yaratılışına ters düşer. Vicdan bu anlayışı reddeder.5
İman hakikatlerinin aklı muhatap alarak izah ve ispatının yapıldığı her yerde, Said Nursî, bu hakikatlerin gerçekliğini insanın kendi nefsinde de hissetmesi için vicdana atıfta bulunmaktadır. İnsanın fıtratı ve vicdanı da akla bir pencere olmaktadır.6 Vicdanı bir ölçü birimi olarak kullanıp, gelen hakikati ona tasdik ettirdikten sonra duyguların merkezi olan kalb tatmin olacaktır. Çünkü vicdan Sâniini unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de O’nu görür, O’nu düşünür ve devamlı O’na yönelmiştir.7
Cenab-ı Hakk’ı tanımada çok önemli bir vazife gören vicdan, Risale-i Nur’da, gayb âlemi ile şehadet âleminin birleştiği ve bu iki âlemden birbirlerine gelen düşünce ve ilhamların buluştuğu bir geçiş yeri olarak tanımlanmaktadır.8 Said Nursî, vicdanı fıtrat kanunlarına benzetmektedir. Zira, fıtrat yalan söylemez. Bir avuç su donduğu zaman, fıtratındaki genişleme eğilimi onun daha fazla yer kaplamasını gerektirir. Bu su, bir demir içerisinde olsa bile genişler ve demiri parçalar. Sert demir, suyun fıtratının gereğini yapmasına engel olamaz. Mevcudattaki bu eğilimler, Allah’ın iradesiyle koyduğu yaratma ile ilgili emirlerin görüntü ve tecellileridir.9
Buradan da anlaşılmaktadır ki, fıtrata konulmuş özelliklerin gerçekleşmesine hiçbir mahluk engel olamamaktadır. Mesela, ebedi isteyen, kendisine verilen duyular sevdirilen ve onların elinden alınıp hiçliğe atılmasını istemeyen insanın, vicdanındaki bu isteğe hiçbir mahluk, hastalıklar, hatta ölüm dahi engel olamamaktadır. İnsan, bu isteğini devamlı muhafaza etmekte ve o fıtrî isteğine cevap verecek birini aramaktadır ki, vicdanı marifetullaha vesile kılan hususlardan birisi budur. Bu fıtrî gerçeği, Said Nursî, Cenab-ı Hakk’a atıfla, “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” şeklinde veciz bir ifadeyle özetlemektedir.10
Yaratıcıyı inkâr eden bir kişi, dayanılmaz ve karşı konulmaz fıtrî ihtiyaçlarının hiçbirisinin bu fani dünyada tam karşılanmadığını görmektedir. Bununla birlikte o kişi, “Bu ihtiyaçlar bana verildiğine göre, bunları karşılayan biri olmalı” diyemediği için, hayatı boyunca çelişki içinde yaşamaktadır. Bu çelişki, aslında ona Yaratıcısından gelen merhametli bir ikazdır; zira bu, ona yanlış düşündüğünü haber vermektedir. Gerek ihtiyacı bildirmesiyle, gerekse bir ızdıraba kaynak olmasıyla-yani hem olumlu, hem de olumsuz haliyle-şuurlu bir fıtrat kanunu olan vicdan, insana, mutlak kudret sahibi bir Yaratıcıya muhtaç olduğunu her zaman hatırlatmakta ve yalnız O’ndan medet umması gerektiğini haber vermektedir.11
Ayrıca “Hz. Muhammed (s.a.s)”, “kâinat”, “Kur’an” ve yukarıda açmaya çalıştığımız “vicdan” delillerden başka Muhsin Abdülhamid, “en-Nursî Min Kelimi’l-Asri’l-Cedid”12 isimli eserinde “İlmî delil”, “Hayat delili” ve “İcmâ delili” olmak üzere Said Nursî’nin isbat-ı vâcible alakalı kullandığı üç delilden daha bahsetmektedir:
İlmî Delil
Said Nursî’nin yaşadığı dönemde, zerreden güneş sistemine kadar bütün kanunların keşfine yönelik faaliyetler sonucu ortaya çıkan ilim, hayatın bütün ünitelerine giren modern medeniyetin göstergelerinden birisi olarak kabul edilmiş ve halen de öyle kabul edilmektedir. O, âlimlerin pek çoğu gibi bu tür gelişmelerden ve harikulade atılımlardan uzak yaşamamış ve muhtelif ilimleri inceden inceye bütün teferruatıyla okuyup araştırmış, elde ettiği her bir bilgiyi Allah’ın varlığına dair mucizevî birer delil olarak kullanmıştır. Bu durum Risale-i Nur’un her bir sayfasında kendisini açıkça göstermektedir. Bunun bir örneği Said Nursî’nin kendisine Kastamonu’da lise talabelerinden bir grubun gelerek, “Bize Hâlıkımızı tanıttır. Muallimlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyorlar” demesi üzerine verdiği cevapta görülmektedir.13
Hayat (Hareket) Delili
Modern asrın ilim adamları hayatın sırrına, hücredeki hareketin keyfiyetine ulaşmaya gayret etmelerine rağmen, bunda hem istedikleri neticeyi elde edememişler, hem de akıllarının hayranlığını gizleyememişlerdir. Buna karşılık, kâinattaki ilk hareketin başlangıç keyfiyetini gösteren herhangi bir pırıltıya ulaşabilme gayretleri hep sonuçsuz kalmıştır. Bunlardan çoğu, dünya hayatının zahiri yönünü araştırdıkları halde, yine de onu tam olarak açıklayamamaktadırlar. Dolayısıyla akılları bu hareketi ilk başlatanı ve yokluktan varlık alemine çıkartanı bulmaya yetmemektedir. Ancak Bediüzzaman bu hareketi keşfetmiş ve bunu Allah’ın varlığına bir delil olarak göstermiştir.14
İcma (kabûl-u âmme) delili
Said Nursî, Allah’ın varlığını ispat konusunda aklî bir delil olarak belirttiği başka bir delile daha dayanmaktadır. Bu, gerek vahiy, gerekse ilham yoluyla Vacibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığı konusunda peygamberlerin ve Allah’ın sevgili kullarının icma etmeleridir. Çünkü onlar, insanlar arasındaki meşhurların en yüksekleri ve namdarlarıdırlar ve ellerinde kâinatın yaratıcısı tarafından verilmiş tasdik nişanesi olarak mucizeler vardır. Her birisinin verdiği haberlere beşerden büyük bir grup ve bir ümmet tasdik edip imana gelmişlerdir. Onların hak olduklarını gösteren diğer alâmetler, Cenab-ı Hakk tarafından onların muhaliflerine gelen pek çok semavi tokatlar, şahsî kemalatları, sahip oldukları iman kuvvetleri, davalarındaki ciddiyet ve fedakarlıkları, ellerinde bulunan kudsi kitap ve suhuflarıdır. Bunların müsbet meselelerde icma ve ittifakları, tevatürleri, ispatta tesanüd etmeleri öyle bir delildir ki, dünyada hiçbir kuvvet onun karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüde yer kalmaz.15
Dipnotlar:
1. Said Nursî, eserlerinin şu bölümlerinde isbât-ı vâcib ile alakalı bahislere yer vermektedir: Sözler, s. 111-119, 146-148, 177-184, 253-280, 494-513, 541-631; Mektubat, s. 20-23, 217-249; Lem’alar, s. 127-130, 180-196, 298-348; Şualar, s. 11-42, 43-57, 58-85, 91-163; Mesnevî-i Nûriye, s. 12-43, 47-55, 161-169, 207-217; İşârâtu’l-İ’caz, s. 143-159; Muhâkemât, s. 103-122.
2. Said Nursî, Sözler, s. 229; Mesnevî-i Nûriye, s. 21, 47-49, 208-209.
3. Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 208, 214.
4. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 214-215.
5. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 215.
6. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 208.
7. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 215; Sözler, s. 641; Lem’alar, s. 120; İşârâtü’l-İ’caz, s. 75.
8. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 208.
9. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 215; Mektubat, s. 453-454.
10. Said Nursî, Mektubat, s. 292.
11. Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 208; Ayrıca Risale-i Nur’da vicdanla alakalı değerlendirmeler için bkz. Lem’alar, s. 130; Muhâkemât, s. 106-107.
12. Bu eser, Nesil Yayınları içinde “Modern Asrın Kelam Âlimi Bediüzzaman Said Nursî” ismiyle Veli Sırım tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
13. Muhsin Abdülhamid, a.g.e., s. 113-114. Said Nursî’nin bu soru üzerine lise talebelerine verdiği cevap için bkz. Said Nursî, Şualar, s. 187-190.
14. Muhsin Abdülhamid, a.g.e., s.120. Bu delille alakalı bkz. Said Nursî, Sözler, s. 101-102.
15. Muhsin Abdülhamid, a.g.e., s.128-129. Bu delille alakalı bkz. Said Nursî, Şualar, s. 113-114.