Mana-i Harfi
Mutluluk Öze Dönmekle Olur
Asıl gâyesi varlıkların gerisinde gizlenmiş olan esma-i İlahiyeyi keşfetmek olan insan, hayatının önemli bir kısmında lafın lafı açması ile asıl anlatmak istediğini unutan bir konuşmacı konumundadır. İnsan zihni, imtihana yönelik yaratılışı nedeniyle kaçışlara müsaittir. On dakika önce başladığı bir konuyu anlatırken zihni kaçışlar nedeniyle asıl konuyu unutabilen insan, mülk boyutundan bakıldığında milyarlarca yıl önce “elest” meclisinde Rabbi’ne verdiği söz ve hayatın gayesi arasındaki bağlantıyı sıklıkla unutabilmektedir.
Sonsuz cemal ve kemalini teşhir etmek isteyen Zat-ı Zü’lcemal’in güzellik ve gözükmek arasındaki ince ve kutsi sırrın saikiyle açtığı kâinat meşherinden önce görmeye namzet olan ruhlar, bedenlerle birleşmeden önce yapılan anlaşma cazibedarlığı ile pek çok zaman unutuluyor. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Evet, ya Rabbena Sen bizim Rabbimizsin.” cevabını veren insan, Rabbine ve O’nun güzelliklerine olan iştiyakı nedeniyle gönderildiği yüzünde zahiri, aldatıcı, şaşırtıcı güzelliklere meyledip, ilk sözünü unutarak varlığı kendi hesabına, ondaki zahiri güzellikler hesabına sevip ona bağlanmak yanlışlığına düşüyor.
Aslında her insan, içinde bulunduğu konumu zaman zaman kuşbakışıyla izlemeli. Yani varlığın ve dünyanın zihni ve ruhu boğucu işleyişinin dışına çıkıp, kâinatın en başından bugüne kadar cereyan eden işleyişleri, birbirini takip eden silsileleri; gezegenlerin, galaksilerin, güneş sisteminin yaratılması ve bu silsilelerin ardından vücuda gelen dünyayı ve onun sonsuz uzay boşluğu içindeki konumunu hayal etmeli. Sonra dünyadaki gelişim silsileleri; Hz. Adem’in yeryüzüne inişi ile başlayan insanlık tarihi ve 2003’e kadar yaşanan kültürel, ilmi, coğrafi, teknolojik pek çok tarihi süreç… Bütün bunların ardından birbirini takip eden genetik kodlamaların, çevre, iklim, kültür gibi şartların ve gökyüzündeki yıldızların, gezegenlerin konumu gibi tam olarak tarif edemediğimiz pek çok şartın sonucunda ortaya çıkan farklı insanlar, farklı kültürler, farklı alemler ve farklı bir dünya…
İnsan genellikle dünyaya ve varlıklara bulunduğu konumun sınırlılığı içinde bakıyor. Kimi için dünya o yıl kaldıracağı mahsul ve kışa hazırlıklarından ibaret, kimi için yıllık bilanço ve büyüme hızı, kimi için kazanılacak üniversite, kimi için çocukların evlenip yuvalarını kurmaları, kimi için petrol üretimi ve bundan elde edilecek gelirler, kimi için üretilen silahların pazarlanabilmesi her şeyin merkezine oturmuş. Genelde para, makam, konum ve hakimiyet arzularının merkezi teşkil ettiği bir dairede insanların, toplumların ve ülkelerin yaşantısı şekilleniyor. Her varlık ve her şey aslında Yaratıcı’dan kullara bir hitapken, insanlar ve ülkeler “Bu noktaya nereden gelmiştik?” sorusunu sormaya bile fırsat bulamayacak şekilde eşyanın içinde boğulmuşlar.
Irak’taki petrollerin, kimyasal silahların, İsrail ile olan ilişkilerin, ABD devlet başkanının asıl yaratılış gayesi ile hiçbir ilgisi yokken ve milyarlarca ışık yılı genişlikte olduğu düşünülen alemin genel işleyişinde sinek kanadı kıpırdaması kadar bir önemi yokken, insanlığın en öncelikli meselesi haline gelebiliyor. Ama bir devlet başkanı veya bir ülkenin idaresinde söz sahibi olduklarını düşünen insanların iktidarlarını genişletebilmeyi hayatlarının temel meselesi yapabiliyorlar. Diğer insanlar da onların belirlediği gündemle savaşların, paylaşımların, menfaatlerin zemini olduğunu zannettikleri bir alem algısı ile yanılabiliyorlar. Oysa kâinatı bir kitap ve Yaratıcı’dan bir hitap olarak algılayan biri için paylaşımın veya “ben”e yönelik, iktidara yönelik hesapların hiçbir anlamı yok. Okumak için güç ya da iktidar gerekmediği gibi, aynı kitabı başkalarının da okuması ya da aynı hitaba başkalarının da muhatap olması istifadesine zarar vermez. Oysa varlığa varlık hesabına muhatap olmak, “ben”i de “ben” hesabına algılamayı beraberinde getirir ve müthiş bir bencillik doğurur. Dünyanın tamamını yutsa doymayacak bir menfaat arayışı, kendi küçük menfaati için başka insanların hayat hakkını hiçe sayacak bir anlayışı netice verir. Bunun sonucu “ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne”, “sen çalış ben yiyeyim”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın gibi” ifadelerin hayata yansıması, zulümlerin, sömürülerin, haksızlıkların alabildiğine yol bulmasıdır.
Varlık ve hayat büyük bir orkestrayı tamamlayan ritimler gibidir. Zahiri ve batını, mülkü ve melekutu bir denge içinde yürütmek gerekir. Batında ve melekutta denge hali kişinin kendisi ile barışıklığı, enfüsi ahengi netice verir, bu ahengin zahirle ve mülkle uyumu çevreyle ve insanlarla barışıklığı netice verir. Dünyada barışın yolu, insanların manevi olgunluklarını tamamlamalarından, iç ve dış dengelerin sağlanmasından, mülk ve melekutun ahenkle uyumundan geçer. Yani manevi hayatların sağlıklı oluşuyla ancak, sağlıklı barış içinde bir dünya oluşabilir. Varlığa Yaratıcı hesabına bakan ve bu bakışla kendini tanıyıp benliğinde zuhur eden özelliklerin kaynağını bilen insan, başta kendisi ile sonra çevresi ve dünya ile, hatta kâinat ile barışıktır. Zalim olamaz. Mülkün paylaşımını benlik hesabına değil yaratıcı hesabına bir fiil olarak algılayacağı için kuşatıcı, işgalci olamaz. Öldürmek için değil, yaşatmak için, savaş için değil barış için çalışır. Üstelik çalışır gibi gözükmez, samimiyetle çalışır. Kalplerden geçenleri dahi bilen İlahi bir kontrolden kaçış olamayacağının farkındadır.
Kavgalar, huzursuzluklar, savaşlar, işgaller insanın kendini tanıyamaması, dolayısı ile Yaratıcı’yı tanıyamamasının bir uzantısı olmalıdır. Halbuki, kâinatın genelinde muhteşem bir ahenk, uyumlu bir işleyiş, her unsurun birbirinin hakkını gözetip ona saygı duyarak bir arada bulunduğu bir düzen vardır. İnsan ise zalim ve cahil olmak özelliklerini benliğinin bir yerlerinde, özünün derinliklerinde taşıdığı için, çoğu zaman bu ahengi, nezafeti, huzuru ve barışı bozucu roller üstlenir. Oysa fıtratı selamet, nezafet, barış, doğruluk özelliklerini taşır. Fıtratının derinliklerinde, vicdanı kâinatın umumi ahengini fısıldar, ilahi mesajı benliğinin diliyle, bedeninin sesiyle ulaştırır. Ancak “ben” kendine ve varlığa Yaratıcı hesabına değil de kendi hesabına bakınca varlık ve mülk öyle boğucu bir gürültüye dönüşür ki, bu fısıltı duyulmaz olur. Bu halin sonucu haksızlıklar, zulümler, savaşlar, menfaat çatışmaları ile gürültünün artırılmasıdır. Artık varlıktaki ve ruhtaki dinginlik, ahenk, inşirah veren melodi boğucu bir gürültü halini almıştır. Ama hala vicdanlar, sonsuz bir huzurun kaynağı, her şeyle barışın bestesi ve güftesi olan İlahi melodiyi fısıldamaya devam ederler.