Şerh ve İzah
Tarihin doğruladığı bir hareket: Müsbet iman hizmeti
Doğru İslamiyeti yaşamak, başlangıcından bu yana Müslümanları düşündüren bir konu olmuştur. Hz. Peygamber (SAV) zamanında çıkan herhangi bir problem, anında Allah Resulüne sorulabildiğinden büyümeden çözülebiliyordu. Ancak sonraki dönemlerde karşılaşılan problemler İslam toplumlarında farklı yaklaşımların yaygınlaşmasına zemin hazırladı.
Müslümanların karşı karşıya bulunduğu bu olgu Dört halife devrinin sonlarından itibaren zihinleri meşgul etmeye başladı. Fakat, Emevilerle birlikte İslam, Meliklerin veya hükümdarların icraatı şeklinde uygulandığından bu konuyu yeteri kadar tartışma imkanı olmadı. Ancak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru batılı değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmaya başlaması Müslümanın yeni veriler karşısında yerinin belirlenmesi zaruretini ortaya çıkardı.
“İcab-ı asra intibak” reddedilemez bir vakıa olarak İmparatorluğun kurumsal yapısına olduğu gibi toplumsal yapısına da giriyordu. Bu asrın icaplarına uyma süreci, Cumhuriyet döneminde elitistlerin kendi belirledikleri kodlara uygun toplum yapısı üretmesi şeklinde anlaşıldı. Bu eğilimi modernleşme ideolojisinin yeni yeni girmeye başladığı bütün İslam toplumlarında görmek mümkündü. Bağımsızlığını yeni kazanmış İslam ülkelerindeki yönetici elitler “Batılı bir toplum yapısı” inşa etme çabası içine girmişlerdi.
Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Müslümanların her açıdan çıkış noktası aradığı bir zaman dilimi oldu. Yerkürenin kuzeyinde yaşayan İslam toplumları, Stalinizmin ağır baskısı altında ezilirken, Kuzey Afrika, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri fakirlik ve Batının manevi istibdadı altında eziliyordu. Hilafet-i İslamiyeyi temsil eden Devlet-i Aliye’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti giderek tamamen dünyevi esaslar üzerine oturmuş, ve din ‘laiklik’ adı altında tamamen kamusal alandan uzaklaştırılmıştı.
Bu şartlarda modern dönemin verilerini dikkate alan yeni bir yaklaşım gerekiyordu. İslam düşüncesinin yeniden inşası anlamına da gelecek bir tutumla doğru İslam yeni görünümünü kazanacaktı. Bu amaçla farklı İslam toplumlarının içerisinden çıkan birçok öncü yeni fikirler üretiyordu. Bu öncülerin arasındaki en temel bir fark hem içerikte, hem de metotta kendini gösteriyordu.
Böyle bir zamanda İslamı nasıl yaşamak gerekmektedir? Kur’anın ve hadislerin gösterdiği hakikatleri nasıl anlayabiliriz? Bundan on dört asır evvel nüzul eden hakikatler bugün nasıl anlaşılmalıdır? gibi sorular bu öncü alimler tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Bu çabalar iki ana noktada düğümleniyordu:
Bunlardan ilki, devlet kadrolarının elde edilmesi ile herşeyin düzeleceğine inanan siyasi görüşlerdi. İkincisi ise İman ve İnsan merkezli bir yaklaşımı savunarak, gelişmenin tavandan değil tabandan olacağını savunuyordu. Bu iki görüşün en yerinde ve kayda değer örnekleri Mısır’da kurularak gelişen İhvan Hareketi ve Türkiye’deki Nur hareketidir. Her iki hareketin de tarih içerisinde yer aldıkları süreç hemen hemen aynı zaman dilimine rastlar.
Müslümanlar geçen asrı bu iki ekolün tecrübeleriyle geçirdi. Yirminci yüzyıl adeta bir “toplumsal laboratuvar” olmuş, bu hareketlerin başarısı test edlmiştir.
Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikasında (390) İsa Abdülkadir’in Bağdat’ta yayınlanan Eddifa’ gazetesinde yayınlanan yazısından yaptığı alıntıda belirttiği gibi farklılık hem içerikte, hem de yöntemde idi.
Yönetime talip olma/olmama
İsa Abdülkadir, İhvan hareketi ile Nur Talebeleri arasındaki farkı, “Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine alet yapıyorlar; ta ki siyaseti dinsizliğe alet edenlere karşı dinin kutsiyetini göstersinler. Siyasi bir cemiyetleri asla mevcut değil. İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasi cemiyette teşkil ediyorlar.” şeklinde ifade eder. (390) 1928’den itibaren bütün planlarını devleti ele geçirmek üzerine yapan İhvan hareketi etkili olduğu ülkelerde sürekli baskı altında tutularak iktidara yaklaştırılmamıştır. 1966’da hareketin öncülerinden Seyyid Kutup’un yargılanarak idam edilmesi ve 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Hafız Esat tarafından binlerce hareket mensubunun öldürülmesi olaylarından sonra, kendini yeniden gözden geçirmek durumunda kalmıştır.
Bu hareket mensupları amaç edindikleri iktidarı elde edememelerine rağmen, İran’daki mollalar 1979 Tahran baharı ile amaca ulaşmışlardı. Ancak İran devrimi, Şii-Caferi anlayışının pratiğe dökülmesi anlamına geliyordu. İlk defa İslam adına bir halk ayaklanması yapılmış ve iktidar elde edilmişti.
Caferi mezhebi teorisine göre, imamet (yönetim) imanın bir cüzü sayıldığından hilafeti ihya etmek zaten imanî bir vecibe kabul ediliyordu. Bundan dolayı iktidar iktidarın kazanlımasında dini duygular etkili olmuştu. Yönetim müstebit şahın elinden alınmış, Mollalara teslim edilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, yönetimde mollalar hakimiyetinin kurulduğunu gören insanlar, “toplumun menfaatini dini lider mi daha iyi bilir? Yoksa halkın ma’şeri viçdanı mı?” sorularını tekrar ederek mevcut durumu eleştirmeye başladılar. Son seçimlerde Cumhurbaşkanı Hatemi yanlılarının başarılı olması Humeyni teorisinin yara alması anlamına geliyordu. Dini lider Ali Hamaney’in sadece din adamı olmaktan kaynaklanan yetkileri (Velayet-i Fakih) tartışılmaya başlıyordu.
İran’da İslam adına yapılan devrimi The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı Davit Hirsti, “İslam devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslam inancına karşı da tavır almalarına yol açtı” şeklinde değerlendiriyordu. Bunun “dini okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslam-öncesi, Fars isimlerini vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.” (International Herald Tribune, 19 şubat 00) Bu örnek dinin siyasallaştırılmasının dine zarar getirdiğini gösteriyordu.
İhvan hareketi ve buna müteakip İran devrimi Türkiye’deki Müslümanların da bu yaklaşımlardan etkilenmesene neden oldu. Seyid Kutup, Hasan El Benna, Ali Şeriati, Mevdudi, Humeyni gibi kişilerin eserleri Türkçe’ye çevrilerek İslam’ın siyasal yönü olarak takdim edildi. Halbuki, bu bağlamdaki düşünceler Caferi mezhebinin ilkelerine uygunluk arzettiği halde Ehl-i Sünnet anlayışına uygun düşmüyordu. Çünkü Ehl-i sünnete göre yönetim meseleleri ile iman arasında bir bağlantı kurmak yada din adamları teokrasisinden söz etmek mümkün değildi.
Bu açıdan Bediüzzaman, devleti kutsallaştırmak yerine bir “hizmet organı” olarak kabul ediyor; yöneticileri ise hâkim yerine, hizmetçi olarak tanımlıyordu. Teknik bir kavram olarak devlet, içinde yaşayan insanların temsil yetkisini almış seçilmişler tarafından yönetilmeliydi. Bir kişinin “din adamı” veya “dindar” olması ona yönetimde söz sahibi olmak için bir imkan sağlamazdı. İnsanın bozuk saatini tamir ettirmek için, mahir olmayan dindar bir kişiye götürmesinden, mahir bir gayr-i müslim ustaya götürmesi daha uygun olduğu gibi, devleti de yönetim sanatında mahareti olanlar yönetmeliydi. Aksi halde din, iktidarı elde etmek için siyasi bir araç konumuna düşebilirdi. Yönetimi ele geçirmek için din, hiçbir zaman araç olarak kullanılmamalıydı. Siyasi bir parti veya cemiyet şeklinde organize olarak yönetime talip olmanın elmas hükmündeki hakikatlerin değerini düşüreceği için, din adına siyaset yapılmamalıydı. Böyle bir yaklaşım hak ve hakikatin tekel altına alınması anlamına da geleceğinden Bediüzzaman, buna şiddetle karşı çıkıyordu.
Günümüzde ise, 28 Şubat 1997 de başlayan süreç, bu ölçülerin test edildiği bir dönem oldu. Mısır’da, Cezayir’de, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal İslam’ın başarısızlığını gösteren örneklere bir yenisi eklendi. Zamanın Refah Partisi’nin iktidara gelişi ile birlikte toplumun belli bir kısmı tarafından dinin siyasallaşma eğilimi tepkiyle karşılandı. Yukarıda İran için söylediğimiz gibi toplumun belli bir kesiminin İslamiyete karşı bir tavır takınması söz konusu oldu. Toplumda Laik-antilaik şeklinde bir cepheleşme meydana geldi.
Oliver Roy’un 1992’de yayınlanan Siyasal İslam’ın İflası adlı eserinde siyasal İslam’ın iktidara gelebileceği fakat tutunamayacağı tezi bir bir gerçekleşmeye başladı. Fakat, bu olgu İslamın zaafı değil, Bediüzzaman’ın tanımladığı doğru İslam’ın zaferinin habercisiydi.
Cihad anlayışında milad
Yakın geçmişte Devleti ele geçirmeyi hedeflemiş siyasal islamı temsil eden hareketlerden önemli bir kısmı bu amaca ulaşmak için şiddet kullanımında herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu şiddet eğilimleri İslam toplumlarının tarihi tecrübeleriyle (Özellikle Haçlı seferleri) birleştirilince İslam ve şiddet kavramı yan yana düşünülmeye başlanmıştır.
Halbuki, İslam’da sulh esastır. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz.” (Hucurat, 49/9) gibi birçok ayet-i kerime Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğe dikkat çekmektedir.(Fetih, 48/29; Hucurat, 49/9; Maide, 5/32; Nisa, 4/93)
Gayr-i müslimlerle ilişkilere gelince, Hz. Peygamber (SAV) herhangi bir saldırı olmadan savaş açmamıştır. Kur’an’daki savaşla ilgili bütün ayetler Müslümanlara karşı yönelmiş fiili bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. İnsanlığın siyasi-sosyal tarihi boyunca kaçınılmaz olan Harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedirler. Hz. Peygamber (SAV)’in savaşları bu prensibin ve kuralların hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır.
Mekke’nin fethi dahi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye barış antlaşmasına aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn seferi de keza Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük seferi ise kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır.
Çağımızda da Bediüzzaman, dahilde ve hariçte yapılan cihadı birbirinden ayırmıştır. “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir” diyerek dahilde kuvvet kullanımını uygun görmemiştir.O’na göre, ancak ülke haricinden gelen tecavüzlere karşı kuvvet kullanılabilir ve askerlik vazifesi de bunun içindir. (Emirdağ Lahikası, 456)
Bütün bunlara bir örnek daha verecek olursak, İhvan hareketinin öncülerinden Seyyid Kutup’un Maide suresinin 44. ayetinin, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” mealindeki kısmını yorumlayış biçimi, dahilde yöneticilere karşı kuvvet kullanımını meşrulaştırmıştır. Aynı ayet-i kerimeyi Münazarat adlı eserinde tefsir eden Bediüzzaman ise, “…kim hükmetmezse…”den anlaşılması gerekenin, “…kim tasdik etmezse…” olduğunu belirtir. (Münazarat, 124) Bediüzzaman’ın bu yorumu, namaz kılmayan ya da İslam’ın herhangi bir emrine uymadığına vehmedilen bir yöneticiye karşı kuvvetle müdahale eğiliminin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bununla harici refleksleriyle hareket eden kesimlerin haksızlıkları da ortaya konulmuş oluyordu.
Bediüzzaman’ın Şualar adlı esrindeki içtihadı yeni zamanlarda yaşayan Müslümanlar’ın hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir.
Bediüzzaman, Şualar’da Bakara suresinin 257. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir edeken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasi bir ‘düstur’ haline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla’ yapılacak olan manevi cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şualar, 79)
Bu dönem, kılıçların kınına girdiği aklın, ilmin ve marifetin hakim olduğu bir dönemdir. Dinin hakikatlerini gözlere gösterecek olan ‘Risale-i Nur’ ise manevi cihad vazifesini üstlenmiştir.
Bugün Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının kırkıncı yılında, geriye şöyle bir dönüp baktığımızda tarihin şahitliklerine gözlerimizi kapatamıyoruz. Geçen asır Bediüzzaman’ın istikrarlı ve tavizsiz çizgisine şehadet ediyor. Her kafadan bir ses çıktığı günümüzde, zamanın doğruladığı hakikatlerı içeren Risale-i Nur Külliyatı günümüz insanının müracaat kitabı niteliğindedir.
21. yüzyıla mesaj
Bugün, Türkiye’nin yaşadığı hadiseler, bozulmuş bir cemiyet hayatının, tüketim ve aldatma üzerine kurulan ekonominin, istikrarsız ve faziletten uzak siyasi gelişmelerin oluşturduğu bir tablo sergilemektedir. Bu durumdan en çok etkilenen ise insandır. Cemiyetin içinde yaşayan her ferdin az veya çok etkilenerek değişik şekillerde şikayet ettiği toplumsal kirlenmenin köklerini, yıllar önce başlayan ve resmi ideolojiyi oluşturan zihniyette aramak yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin kalkınma yönünden geri kalmışlığını aşmak ve ekonomik problemlerini ortadan kaldırmak bahanesiyle uygulanan tepeden inme değişiklikler, insanımızda ve cemiyetimizde çok önemli tahribata yol açtı. Çağdaşlaşma ve Batılılaşma sürecinin moda akımlarından olan pozitivizmin ve materyalizmin etkisiyle insan, sadece cesetten ibaret bir varlık olarak kabul edildi. Bütün ahlaki ve manevi değerler istihfaf edildi, cemiyetin milli ve ahlaki yapısını ayakta tutan kurumlar tahrip edildi.
Çağdaşlaşma ve Batılılaşma bahanesiyle, manevi ve moral değerler üzerinde yapılan tahribatın hüküm sürdüğü dönemde eserlerini kaleme alan Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bir yönden bütün çalışmalarını ferdin imanını kuvvetlendirmek üzerine teksif ederken, diğer yandan devrin idarecilerini ikaz etmekten geri durmadı. Günümüzde de cemiyetimizin vaziyetinden ızdırap duyan, insanımızın geleceğinden endişe eden hamiyetperverlerin kulak vermesi gereken tespitlerinin, hayati önem taşıdığını düşünüyoruz. 1944’te Adalet Bakanı Ali Rıza Türel’e yazdığı bir mektubun, ders alınması gereken hakikatlerini dikkatlerinize sunuyoruz:
“Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak, o saadet ve selamet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerektir.
“Evet, Hürriyetçilerin ahlak-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece laubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskar, kahraman seciyeli milletin nesl-i atisi, seciye-i diniye ve ahlak-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakar millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.
“Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi Rıza-yı İlahi ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.”(Emirdağ Lahikası, s. 20)
Bir taraftan Risale-i Nur’un ve talebelerinin asıl vazifelerinin sınırlarını çizen ve hedefini gösteren Bediüzzaman, diğer taraftan cemiyetin nabzını tutarak, adeta doksanlı yılların ortalarında yaşanan durumları görür gibi tespit ve tahlillerini çok sağlam ipuçlarına bağlamaktadır. “Eski terbiye-i İslamiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslamiyeye karşı yüzde elli lakaytlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin”(a.g.e., s. 20-21) düşünülmesi ve çare aranması gerektiğini önemle vurgulamaktadır.
Bütün gayretiyle cemiyetin iman selameti uğruna mücadele veren Bediüzzaman, ilgilileri defalarca ikaz etmiştir. 1946 yılında da Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Sekreterliğini yapmakta olan, eski İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a bir mektup yazarak ikaz ve tekliflerini iletir. İhtiva ettiği tespit ve tekliflerin günümüzde de geçerliliğini aynen koruduğunu kabul ettiğimiz mektubun bir bölümünü, dikkatli ve ilgili nazarlara sunmakta fayda görüyoruz:
“Katib-i umumi olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur: Bin seneden beri alem-i İslamiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
“Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat i hüccetlerle ispat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
“Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibaha etmesini alet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslamiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslamiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah.
“İkinci cereyan: Alem-i İslamdaki müstemlekatlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslamiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve alem-i İslamın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.
“Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip, hariçteki alem-i İslamı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslamiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azim fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.
“Eğer şimdi siz katib-i umumi olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılap namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılap iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslam ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevi azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılapçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz. Salisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an ane-i İslamiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz.
“Hem, bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekavetinize havale ediyorum.
“Bu asrın Kur’ân a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılap kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumi harp ve sair inkılapların icbarıyla yapılan tahribatları-hususan an ane-i diniye hakkında-tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz. Rabian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat i ölüm ehl-i dalalet için idam-ı ebedidir, yüz bin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve madem Kur’ân, o idam-ı ebediyi, ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir filozof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden filozofları imana getiriyor ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve filozof ve ulemadan mürekkep ehl-i vukufunuz Risale-i Nur u tahsin ve tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’âni olduğuna Türk milletinden, hususan mektep görmüş gençlerden yüz bin şahit gösterebilirim. Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir.”(a.g.e., s. 190-192)