Makaleler

Başörtüsü savunmasının yöntemi ve haklılık delilleri

Ey hâkimler!

Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa, (…) bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’ân derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. (…) Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif değildir.

Emirdağ Lahikası, s. 364-365.

Başörtüsü, çok eski tartışmalara konu olmakla birlikte, son yirmi yılda üzerinde en çok konuşulan konulardan birisidir. Bu kadar yoğun tartışmalara konu olduğu için başörtüsünü birçok açıdan inceleyen çalışmalar yayınlanmıştır. Ancak, hâlâ tartışılmaya devam edilmektedir. Bütün bunlara rağmen, toplumsal bir konsensüse ulaşabilmek için hâlâ seviyeli tartışmalara ihtiyaç vardır.

Başörtüsünü gündelik hayatlarının bir parçası olarak gören insanlar, karşılaştıkları sıkıntılar üzerine, tabii olarak kendilerini savunma ihtiyacı hissetmektedirler. İşte, bu noktada bazı problemler yaşanmaktadır. Çünkü, bazen insanlar kendilerini savunurken, yanlış yöntemler kullanabilmektedirler. Bu durumlar sıkıntıların devam etmesine neden olmaktadır.

İşte, bu makalede, insanların yaşama biçimlerini savunurken düştükleri bazı hatalara dikkat çekilecektir. Bu durum yeni yöntem önerilerini de beraberinde getirecektir. Bütün bunların yanında bu çalışma, otoriter eğilimlerle insanın en tabii hakkı olan kıyafet özgürlüğüne yasak getirmenin ne kadar tutarsız bir davranış olduğunu da ortaya koymaktadır.1

A. Başörtüsü Namus İlişkisi

Başörtüsü takmanın, “namus” kavramıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Yani edep, haya, doğruluk ve güvenilirlik gibi faziletlerin sonucu olan ve yüksek değer taşıyan hasletler ve ahlaki ölçülerle ilgilidir. Bu durum, başörtüsü kullananlar için, çoğu kez unutulmaktadır. Üstelik, bu unutmada sadece devletin değil, kamuoyunun da katkısı vardır.2 Şöyle ki, başörtüsü namus ilişkisini gündeme getiren bir kişi, “başı örtülü olanlar namuslu da başı açık olanlar namussuz mu!” gibi bir bakış açısına sahip olabilmektedir. Aslında, bu bakış açısı tutarlı değildir. Çünkü, herkes için farklı da olsa, kıyafete ilişkin bir namus ölçüsü mutlaka vardır. Kimisi için saçının görünmesi, kimisi için omzunun görünmesi namusuna zarar verir iken, bir başkası için de sadece avret yerinin görünmesi namus anlayışına aykırı olabilir. Ama her halde, kıyafetin/örtünmenin namus ile ilgisi gözardı edilemez.3

Bütün bunlardan dolayı, başörtüsü sadece temel hak ve hürriyetler açısından değil, aynı zamanda namusun korunması için de savunulması gerekmektedir.

B. Otoriter Devlete Karşı Hürriyet Mücadelesi

Başörtüsüne karşı çıkanların önemli bir kısmı, başörtüsünün siyasal simge olarak kullanıldığını savunmaktadır. Peki böyle bir yaklaşım çok mu yanlıştır? Bu tutumu sorgulamak amacıyla bir an için bu iddianın doğru olduğunu varsayalım ve anlamaya çalışalım.

“Başörtüsü takanların çoğu, bunu belli bir siyasi görüşü ve bu görüştekilerin partisine desteği ifade etmek üzere takıyorlar. Sokakta dilediklerini yapsınlar, ama kamusal alanda siyaset yapmak olmaz, bu nedenle memura da öğrenciye de başörtüsü yasaklanmalıdır.”4

Başörtüsü takanlar bir partiye oy verdikleri için başörtülü değillerdir. Aksine başörtülüler, son on beş yıl içinde başörtüsü hürriyetini getireceği ümidiyle birçok partiye oy vermişlerdir. Başörtüsü yasağının kalkmasını önemli gören dindarların oy verdikleri partilerin kendilerine göre ortak özelliği, bu yasağın, devlet tarafından “muhafazakâr millete” dayatılan bir yasak olduğu ve milletin de iktidara gelerek bu yasağı kaldıracağı ümididir.

Dindarlar ve başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenler farklı partilere de oy verseler, aslında bunların ortak özelliği devletin başörtüsüne karşı takındığı tavrı değiştirebilme çabasıdır. Bundan dolayı başörtüsüne hürriyet isteyenler, başka savunma sebeplerinden önce, bu temel sebebi açıkça nazara almalıdırlar. Diğer ifadeyle başörtüsü, bir taraftan, din ve vicdan hürriyetinin sonucu olarak, diğer taraftan da devletin resmi ideolojisine karşı durma hakkının bir gereği olarak savunulmalıdır.

Aslında, demokratik devletlerde devletin resmi ideolojisi olmaz, devrimle bir hayat biçimi de dayatılmaz. Bundan dolayı, resmi ideolojiden farklı görüşlere sahip olan insanların sindirilmeye çalışılması, demokrasinin en genel tanımlarına göre yanlış ve çağdışıdır.

Burada bireysel hürriyetlerle başörtüsünü savunmak ile “devlet otoritesinin dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı” açısından başörtüsünü savunmak arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz.

Din ve vicdan hürriyeti bireysel hürriyetlerdendir. Gelişmiş ülkelerde dahi, kamu düzeninin ve din seçme hürriyetinin korunabilmesi için, başkalarına dinî telkin yapma hakkının sınırlandırılması yoluna gidilmiştir. Oysa, devlet otoritesinin dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı, demokrasinin ta kendisidir ve insan haklarının başlangıcıdır. Demokratik devletin “ideolojik devlet” olamayacağı prensibi nedeniyle, ideoloji dayatmaya başlayan her devlete karşı hak aramak ve bu anlamda siyasal hürriyet istemek, din hürriyetinden daha geniş bir hak ve hürriyettir.

O halde, başörtüsünün “karşı-ideolojik bir tavrı” yansıttığı kabul edildiği takdirde; bu tavır, din hürriyetine dayalı tavırlara nazaran daha kesin ve daha korunmaya layıktır. Zira, ikincisi birincisinin sonucudur. Muhalefet hakkı olmayan bir ülkede din hürriyetinden bahsedilemez. Diğer ifadeyle, başörtüsünün otoriter devlet tarafından baskı nedeniyle bilinçli olarak siyasallaştırılmış olması, otoriter devletin savunduğunun aksine, başörtüsünün savunulmasını zorlaştırmamakta, aksine daha kolaylaştırmaktadır.

Bu durumda akla şu soru gelebilir: Otoriter devlete muhalefet etme hakkının, “kamusal alana” yönelik bir sınırı olmayacak mıdır? Okulda ya da devlet dairesinde bu hakkı savunmaya kalkmak, okula ya da devlet kurumlarına siyaset sokmak anlamına gelmez mi?

Elbette hayır. Başörtüsünün memurlar ve öğrenciler için serbest olması, ideolojik ayrımcılık değil, aksine, devrimlerle başlatılmış çağdaş-çağdışı ayrımın sona erdirilmesidir. Yanlışlık nerede ve kimin üzerinde yapılıyorsa, doğrusu da önce orada uygulanmalıdır.

C. Başörtüsü ve “Mini Etek” Hürriyeti

Başörtüsü müdafaası sırasında sık duyulan savunma mekanizmalarından birisi de, “Devlet mini etek giyene karışmadığı gibi, başörtüsü takana da karışmasın.” cümlesidir. Bu cümle mini etek giyen bir bayan tarafından söylendiğinde, “benim dilediğim kıyafeti seçme hakkım varsa sizin de bu hakkınız olmalı” anlamına gelen, anlaşılabilir bir cümledir. Ve başörtülülere, muhtemelen insan hakları namına verilmiş bir destektir.5

Buna karşılık, salt bir hürriyet talebi gibi görülmesine rağmen, dindarlar tarafından söylendiğinde, başka bir anlama gelmektedir. Gerçekten dindarlar için, mini etek günahkarca ve ahlâken zayıflık ölçüsü olan bir kıyafeti temsil eder. Çünkü, dinen yasaklanmıştır. Savunma için, mini etek-başörtüsü karşılaştırması yapan bir dindar, aslında zihnindeki bu kayıt nedeniyle şunu söylemek istemektedir: “Devlet ahlâksızlık yapana karışmadığı gibi, dinî inancının gereğini yerine getirmeye çalışana da karışmasın.” Böyle bir karşılaştırma doğru değildir. Karşılaştırmada mini etek yerine başka bir kıyafet konulmuş olsaydı, daha sağlıklı bir karşılaştırma olurdu. Mesela, “isteyen sarı kazak giyebiliyorsa, başörtüsü de takabilmelidir” ya da “devlet toka takana karışmadığı gibi başörtüsü takana da karışmasın” denilseydi yanlış olmazdı. Çünkü, dinî kıyafetle ahlaka aykırı kıyafeti mukayese etmek çelişkili ve yanlış bir savunma yöntemidir.

Zira, başörtüsü “takma davranışının” ahlâki standartlarla hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen ve sadece kültür ve din hürriyeti ile ilgilidir. Devlet açısından da olsa olsa devrimlerle ve laiklik ilkesiyle ilişkilendirilebilir. Oysa, mini etekle/açık-saçık kıyafetle sokağa çıkmanın din hürriyeti ile ilgisi yoktur; insanlar benimsedikleri herhangi bir inancın gereği olarak mini etek giymemektedirler. Bilakis, bu davranış, devletin korumaya çalıştığı kamu düzenini ihlal eder. Bu nedenledir ki, “alenen hayasızca hareket” her ülkede ve ülkemizde suçtur.

O halde, mini etek adı altında ahlâka aykırı kıyafete hürriyetle, başörtüsü hürriyetini karşılaştırmak ve birbirine eş görmek, başörtüsünü savunmayı daha da zorlaştırmakta ve bu yoldaki hak aramalarını yanlış yöne sevketmektedir.

Mecelle’nin, “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır” kuralı, burada uygulanmalıdır. Kötülüğü önlemek de iyiliği sağlamak da önemlidir, şayet bir öncelik gerekiyorsa, kötülüğü önlemek önce gelmelidir. Oysa, başörtüsü-mini etek kıyaslamasıyla bu kural çiğnenmektedir. Halbuki, dindarlar yukarıdaki savunma biçimiyle, kötülüğü/ahlâksızlığı önlemeyi geriye bırakıp, hatta görmezden gelip, iyiliği/din hürriyetini ön plana almaya yönelmektedirler. Kanaatimizce böyle bir öncelik zorunlu değildir. İnsanlar bir yandan ahlâksızlığı önlemek için çalışmalı, diğer yandan da devletin her türlü hürriyeti ve başörtüsü hürriyetini kabul etmesini istemelidir. Ahlâksızlık hürriyet değil, suçtur; suç işleme hürriyeti şeklinde bir hürriyet ise hiç bir zaman olmamıştır.

Kıyafet tercihleri arasında mukayese yapılacaksa cümle şu şekilde olmalıdır: “Devlet başını açana karışmadığı gibi, başını örtene de karışmamalıdır.”

D. Diğer Hususlar

Başörtüsü savunması sırasında yapılan, ama zaten basında çok işlendiği için burada ayrıntılarına girmeye gerek duymadığımız diğer bazı yanlışlıklarla ilgili değerlendirmelerimiz ise şunlardır:

1. Başı örten örtünün adı, rengi, boyu önemli değildir. Önemli olan örtünmenin ruhudur. Yani kişinin emrolunduğu gibi örtünebilmesidir. Zira, başörtüsü hürriyetine karşı olanlar için, başörtüsünün her türlüsü “çağdışı”dır.

2. Başörtüsünü yasaklayan bir kanunun olup olmadığı da nihai planda önemsizdir. Zira, herhangi bir biçimde, başörtme hakkını sınırlandıran bir kanun çıkarılmış olsa dahi, bu yasağın meşruiyeti sonucunu doğurmaz. Aksine, mücadelenin biraz daha şiddetleneceği anlamına gelir.

Bununla birlikte bu bilgi, otoriter devletin bu amaçla bir kanun dahi çıkaramamış olduğunu göstermek bakımından faydalı olabilir.

3. Anayasa’da ve kanunlarda tanımı bulunmayan “kamusal alan” kavramına, başörtüsüne hürriyet arayışları kapsamında ihtiyaç yoktur. Dinin yaşanması neticesinde, dini teamüllerin toplumsal hayatın her safhasında kendini hissettirdiği Türkiye gibi ülkelerde, dar bir kamusal alan tanımlaması yapmak, toplumun dinsizleştirilmesini gerekli kılacağından bu tekliflerin pratik değeri yoktur. Kamusal alan yaklaşımlarıyla dini yaşama biçimlerini sınırlamaya kalkmak, din hürriyetini sınırlayacağından demokrasiyle bağdaşmaz.

Hukukun temel ilkelerinde, başörtüsü hürriyeti zaten korunmaktadır. Buna rağmen, savunmada, “kamusal alan” kavramına ve “hizmet alan, hizmet veren” ayrımına güvenmek ya da bu ayrımı geçerli saymak yanlış bir tercihtir. Zira, otoriter devletin baskı için kullandığı bir çok kavram gibi kamusal alan kavramı da hukuki/anayasal kavram değildir.

4. “Kamusal alan” kavramı çerçevesinde yapılan tartışmalarda gündeme gelen, öğrencilerin ve hastaların başörtüsü takabileceği, ancak öğretmen vb. kamu görevlilerinin takamayacağı yönündeki görüşler de tutarsızdır.

Kamu hizmeti veren öğretmenin başörtülü olması halinde tarafsızlığın bozulacağı görüşü, öğrencinin başörtülü olması halinde sözkonusu değil midir? Yani öğrencinin başörtülü olması halinde tarafsızlık bozulmayacak mıdır? Bu açıdan bakılınca, öğretmen öğrencisinin başörtüsüne “karşı” olabilir, başı açık bir doktor başörtülü hastasına karşı yanlı davranabilir.

Yanlı davranış gösteren kamu görevlilerini, bu tutumlarından dolayı cezalandırmak mümkün iken, niçin toptancı bir yaklaşımla bütün başörtülü kamu görevlileri töhmet altında bulundurulmaktadır. Bu durum büyük bir haksızlıktır.

Aslında, başörtülülerin tarafsız olamayacağı tezi, otoriter devletin toplumun bir kısmından yana olduğunu gösteren işari bir manaya da sahiptir. Hür ve demokratik bir ortamda böyle bir ihtimal sözkonusu değildir. Çünkü, devlet halkının hepsine eşit uzaklıkta bir hizmetle sorumludur. Zira, devletin tarafsızlığı sayesinde, başörtmenin ya da örtmemenin bir avantaj olmaktan çıktığı bir toplumda, başörtülü ya da başörtüsüz olmak bir siyasetin değil, salt bir dinin ya da dünya görüşünün ifadesi olarak ortaya çıkacaktır.

5. Mustafa Kemal’in ve yakın arkadaşlarının başörtüsüne karşı olmadıklarını savunmak başörtüsünü savunmanın doğru bir yolu değildir. Zira, yapılmış devrimlere objektif bakıldığında, aslında başörtüsüz toplum projesinin de yapılacak devrimler sıralamasına konulduğu sonucuna varılacaktır. Gerçekten de Tek Parti döneminin ve sonrasının bütün ders kitaplarındaki resimlerde, toplumda yapılmak istenen bu devrim, aile fertlerinin görüntüsüne kadar götürülmüştür. Resimlerde büyükanne başörtülü, anne başı açık, çocuk başı açık/”çağdaş” olarak tasvir edilmiştir. Bu tarz yaklaşımlar, aslında, safların netleşmesini önlemekte ve dolayısıyla problemin kangren haline gelmesine yol açmaktadır.

6. Dinin başörtüsü konusundaki emrinin mahiyetinin, kapsamının ve sınırlarının bu tartışmada önemi yoktur.6 Devletin, başörtüsü yasağını, başörtüsünün farz olmadığını ileri süren bir din yorumuna dayanarak sürdürmesi ne kadar yanlışsa, dindarların devletin bir kurumunun vereceği fetvaya dayanarak başörtüsü savunması yapması da o kadar yanlıştır. Bu alan, “güya laik” devletin içtihat alanı değil, kişilerin inanç ve kültür alanıdır. Ayrıca devletin, bu fetvayı verecek resmi bir “alimler kurulu” kurmayacağını da kimse garanti edemez.

7. Başörtüsü mücadelesinde hürriyetten yana olanların, hangi dünya görüşüne sahip olduğu, hangi partiye mensup olduğu, yasak karşısında fiilen hangi tavrı takındığı/başını açıp açmadığının da önemi yoktur. En önemlisi, şayet aktif siyasetin içindelerse yasağın kalkmasını isterken bunu siyasi bir malzeme olarak kullanmayı düşünüp düşünmedikleri önemli değildir. Dinin siyasallaştırılması ve siyasete alet edilmesi, zannedildiği gibi, toplumun dinî taleplerini dile getirmek ve bunlar üzerinden siyaset yapmak değildir. Aksine, demokraside her siyasi hareket, kendi şablonu içinde, toplumun dinî taleplerini de düşünür, tartışır ve iktidar olursa uygulamaya geçirir ve bununla halkın karşısına çıkıp oy ister.

Bu nedenle bu mücadelede, mücadele niyetinin, mücadele saikinin ve mücadele sebebinin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan, doğru taraftakilerin, kendince doğru yöntemleri uygulayarak ve doğru deliller yardımıyla hareket edip etmediklerdir. Hatta aslolan, buğzu küllendirmeden mücadeleye devam etmektir.

Tevekkül zorunlu olduğuna göre, netice alıp almamanın da bu mücadelede fazla bir önemi yoktur. Diğer ifadeyle, müsbet hareket etmek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak en önemli prensiptir.

8. Problemin çözümü için, “devleti ele geçirmek” gibi tepeden inmeci yöntemlerin faydası yoktur. Zira aslolan, salt başörtüsünü takmak değil, onu belirli bir dinî şuur ile takmaktır. Bu şuurun edinilmesi için ise, devletin, hürriyetleri genişletmesi yeterlidir. Diğer ifadeyle devletin tam demokratik devlet olması yeterlidir ve toplumun muhafazakârlığı arttıkça devletin de muhafazakâr demokratik bir devlet olması kaçınılmazdır.

O halde bize düşen asıl görev, Bediüzzaman Said Nursi’nin 13. Mektup’ta dediği gibi, toplumun halinden şikayetçi (mütehayyir) olan % 80’lik kesimine nur göstererek, selametli bir yolu bulması için yardımcı olmaktır. Devletten istememiz gereken ise, başı kapatma yasağını ve nasihatin önündeki diğer her tür yasağı kaldırarak (bu arada başı açma yasağı da koymayarak), hürriyetin, sırr-ı teklifin ve insaniyetin, yani İslamiyet’in önünü açmasıdır. Zira, bir devletin bir dine hürmeti, aslında o dine en iyi hizmetidir.

Dipnotlar

1. Bu yazıda “başörtüsü” kavramını başı örten örtülerden sadece biri için değil, genel olarak “başörtüleri” için kullanacağız.

2. Başörtüsünün çeşitli yasaklardan dolayı aç-kapa usulüyle kullanılması da ilk bakışta bu olumsuzluğa katkı yapıyor gibi görünebilir. Zira, bunlar başlarını açmaktan rahatsızlık duymakla birlikte, başlarını açmak zorunda kaldıklarında kendilerini “namusu zedelenmiş” kişiler olarak gördüklerini söylemek zordur, namus daha ağır bir kavramdır. Ancak kanaatimizce bunlar özgür bırakılsalar bu uygulamadan vazgeçeceklerine göre, kendi özgür iradelerinin ürünü olmayan bu uygulamanın olumsuz sonuçlarından sorumlu tutulmaları, kanaatimizce ahlâken doğru değildir.

3. Nitekim başörtüsü takan, ancak bunu namusu ile ilgili görmeyen bayanların hemen hemen hepsi, plaj kıyafetiyle yabancılara görünmeyi, hiç tereddütsüz, kendi namus anlayışına aykırı bulur. Aynı şekilde, plajda yabancı erkeklere görünmeyi namus anlayışı yönünden mahzurlu görmeyen bayanların hemen hemen tümü, kendi evinde plaj kıyafetine yakın kıyafetle otururken bir yabancının perdenin açık kalan kısmından kendisini gözetlemiş olmasını namusuna sataşma olarak görür.

4. Bu görüşü kabul edenlerin bu teorisine göre, memurların ve öğrencilerin siyasal görüş ifade etmeleri yasak ise bunun tabii sonucu olarak, milletvekillerinin, siyasal görüşlerini ifade etmek üzere, -hatta TBMM dışında takmıyor olsalar dahi- TBMM’de başörtüsü takmaya hakları olmalıdır. Ama, onlar görüşlerinde böyle bir çelişki görmemektedirler. Çünkü, bu kişiler, kendileri tam farkında olmasalar da aslında TBMM’nin adının, “Türkiye Büyük Devlet Meclisi” olması gerektiğini, milletvekillerinin de devlet memuru olması gerektiğini savunmaktadırlar. Zaten, otoriter devlet, 1923’te yapılan baskın seçimle ve merkezden listelemeyle oluşturulan İkinci Meclisinden itibaren, meclisi, gerçekte devletin meclisi olarak görmüştür. Başörtüsü mücadelesi ise, otoriter devlet-muhafazakar millet mücadelesinin, bu güne yansıyan ve bayanlar üzerinden sürdürülen bir biçimidir.

5. Başörtülülerin böyle bir desteğe ihtiyaçlarının olup olmadığı ve bu desteğin, başörtülüler yönünden mini etek giyenlere karşı lüzumsuz bir yumuşamaya yol açıp açmadığı hususları, muhtemelen ilginç olabilecek ayrı bir tartışma konusudur.

6. Aşırı bir görüşe göre, başörtüsü ile saçı kapatmak farz değildir, asıl farz olan, bu örtü ile yakanın kapatılmasıdır. Gariptir ki, bir yandan, -başörtüsünün saçı örtmesinin gerekmediğini düşünenler de dahil olmak üzere- bütün din adamları başörtüsünün yakayı örtmesi gerektiğini söylemekte, ama diğer taraftan, başörten gençler, başörtüsüyle saçlarını kapatmakla birlikte -gittikçe çoğalan biçimde- yakalarını açmaktadırlar.

Author


Avatar