Makaleler
Siyasal İslâm – 1
“Bir fert umumun selâmeti için fedâ edilmez”
İslâm, varlığın bütün boyutlarını analiz etme muhtevasına sahip bir dindir. Yaratılan her şeyi bir anlam bütünlüğü içerisinde ele alarak yorumlar. Bu yorumun dışında kalan hiçbir şey yoktur. “Yaş ve kuru” her şey Kur’ân-ı Kerim’de mevcuttur. Kur’ân-ı Kerim ve onun yorumu olan Hz. Peygamberin söz ve davranışlarından çıkan İlahî mesaj, insan üzerinde odaklanmıştır. Çünkü, insan Yaratan’ın kelam sıfatından çıkan Kur’ân-ı Kerim ve irade sıfatından çıkan sünnetullah kanunlarını algılayıp, onlardan sonuç çıkarabileceği “Ben/ene”denilen bir anahtara sahiptir.1 İnsanlara bu imkanı sağlayan “ben” niteliği çoğu kez ülfet perdesi ardında kaybolur gider. Halbuki, gündelik hayatımızda bunu sorgulamamıza imkan verecek çok sayıda olay yaşarız. Her akşam eve gittiğimiz zaman, evimizin kapı zilini çalınca genellikle “Kim o?” sorusu ile karşılaşırız. Bu soruya karşı hiç tereddüt etmeden “ben” cevabını veririz. İçeridekiler bizim maddî varlığımızı görmemişlerdir; fakat “ben” sesi bizim kimliğimizi ele vermiştir. O anda farkında olmadan bize kapı açtıran “ben”in muhtevası bize konumuzla ilgili önemli ipuçları verir.
“Ben” kelimesi insanın maddî ve mânevî bütün varlığını içerir. Mesela, fizik varlığı vardır; belli bir boya, kategorize edilebilecek bir ağırlığa sahiptir. Kalp, fiziki fonksiyonlarıyla hayatın idamesine memur edilirken; aynı zamanda, sevgi gibi hayatın en temel algılarına merkezlik yapar. Mide ise, hayatın idamesi için gerekli memuriyetini ihmal etmeden yerine getirir. Diğer her bir organ istihdam edildiği vazifeleri yapar. İkinci olarak ilişkide bulunduklarımız da “ben” tanımı içindedir. Çocuklarımız, eşimiz, annemiz, babamız, dost ve arkadaşlarımız “ben”in bir yönünü oluşturur. İçinde bulunduğumuz toplumun da “ben”e bakan yönleri vardır. Hiç beklemediğimiz bir anda, araba çarpınca bizi tanımayan insanların bizi hastaneye götürdüklerini görürüz. Hazırladığımız bir semineri sunmak için panoya ilan yapıştırdığımız zaman, salonda birçok insanın “ben”i dinlemek için geldiklerini görürüz. “Ben” yaşadığımız şehirde de çeşitli şekillerde tanımlanır. Belediye çöp vergisi toplamak için ismini çeşitli metinlere yazarak “ben”in dünyasında yerini alır. Trafik teşkilatı, ışıklarla “ben”i yönlendirir. Yasak yere park edersek hemen ikaz ediliriz.
Bir de üzerinde yaşadığımız topraklarda çeşitli metinlerle tanımlandığı devlet vardır. Devlet de çeşitli kurallar koyarak “ben”in dünyasında yerini alır. Evimizden bir eşya çalındığı zaman, o itibari varlığın yani devletin metinlerinde adına polis denilen kişi hırsızı bulmaya çalışır. Kazandığımız paranın bir kısmını, “ben”e hizmet edeceği gerekçesiyle vergi adıyla bizden geri alınır. Dünyanın neresinde olursa olsun insanların başına gelen olaylar “ben”i etkiler. Filistin’deki çocuğun yaralanması “ben”i rahatsız eder.
Görüldüğü gibi, “ben”in irtibatta bulunduğu bir çok unsur var. Ancak bütün bunların “ben” için önemi aynı derecede değildir. “Ben”in vazife piramidinin geniş kısmı bizatihi kendisi, kalbî, ruhî ve fizikî özellikleriyle ilgilidir. İlahi mesajı algılayıp yorumlaması gereken “ben”in dünyasında siyasetin yeri piramidin en dar kısmı kadardır. Bu durum, insan tabiatının bir sonucudur. Bediüzzaman Said Nursi’nin dinin siyasete bakan yüzünü yüzde/binde bir; geri kalan kısmını ise, ahlak, ibadet, ahiret ve fazilet olarak değerlendirmesi bu çerçevede ele alınmalıdır. (Nursi, 1990, 59)
Biz bu yazımızda yukarıdaki ana çerçeve içerisinde “siyasal İslâm”ın, İslâm toplumlarındaki yerini tespite çalışacağız. Bunu yaparken, “siyasal İslâm”ın, İslâm’ın ilk devirlerinden günümüze kadar gelen çeşitli görünümlerini analiz etmeye çalışacağız. Bu çabamızla şu sonuca ulaşmayı hedefliyoruz: İslâm toplumlarında iktidara dönük iki algılama biçimi vardır. Bunlardan birisi, ferdi esas alarak, din adına iktidar talebinde bulunmayan anlayış; ikincisi ise, iktidarı ele geçirmeye dönük, din adına siyaseti önceleyen algılama biçimidir. Bu yazıda referans olarak kullanılacak olan Risâle-i Nur metinleri bu iki algılama biçiminden ilkini delillendirmektedir. Sünni gelenekte bu yöndedir. Siyasal İslâm olarak da ifade edilen, ikinci algılama biçimi daha çok modern etki ve Şii/Harici etkisi altında oluşmuştur.
Şimdi sırasıyla bu iki algılama biçimini ele alalım:
Yukarıda “ben” kavramını nazarlara sunarken, bir insanın en temel vazifelerinin kalbine, ruhuna, cesedine müteallik meseleler olduğunu söylemiştik. Müslümanların iktidarla ilişkileri irdelenirken öncelikle göz önünde tutulması gereken nokta, Müslümanların öncelikleri meselesidir. Yani “ben”in devlete dair tasavvurlarla mı, yoksa ferde dönük çabalarla mı meşgul olduğu/olması gerektiği meselesidir.
İslâmiyet bir dindir. Bu itibarla şuur sahibi yaratıkları tek tek muhatap almıştır. İnsanlar bu dünyadaki eylemlerinden münferiden sorumlu olacaklardır. Yaratıcı her şeye gücü yeten Kadir-i Mutlak’tır. Din, mesajını fertlere iletir. Fertlerin görevi vazifelerini yerine getirmektir. Vazifelerinin ötesine geçerek somut sonuçların peşine düşmeleri gerekmez. İnsan, vazifesini yapar fakat sonucu verecek olan Yaratıcının işine karışmaz. Bu özelliğiyle İlahi mesaj, daha çok altyapı ile ilgilidir. Fertler için en önemli vazife iman, ibadet, ahlak gibi konulardır. Üst yapı tali bir konudur. Mardin’in dediği gibi; “İslâm gibi toplum ilişkilerini İlahî bir mesajın ışığında değerlendiren ve toplumu gereken İslâmi ideale yaklaştırmaya çalışan bir dinde, dinin kendisini bir ‘üstyapı’ kurumu olarak değil, bir ‘temel şekillendirici’ olarak ele almak” gerekir. (Mardin, 1985, 1400)
Asr-ı Saadette, ferdin/devletin önceliği noktasında ince bir ayırım sözkonusudur. Hz. Peygamberden sonraki beş halife devrinde (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan) adalet-i mahza tatbik edilmiş; kişilerin hukuku devlet ya da gruplar için feda edilmemiştir. Bu döneme hilafet devri denilmiştir. Bir hadis-i şerifte, “Benden sonra hilafet otuz yıldır” denilmesi de bunu doğrular niteliktedir. Hz. Ali’nin şehid edilmesinden sonra halife olan Hz. Hasan’ın saltanattan feragati ile bu süre sona ermiştir.
Hz. Ali’nin zamanındaki Sıffın Savaşı hilafet ve saltanatın ayrıştığı önemli bir dönüm noktasıdır. Bu savaşta Hz. Ali hilafeti; Hz. Muaviye ise, saltanatı temsil etmiştir. Başka bir ifade ile Hz. Ali, “adalet-i mahza”yı; Hz. Muaviye ise, “adalet-i izafiye”yi temsil etmiştir. Hz. Ali, “ahkam-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara fedâ” ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleri ile takviye etmek için, azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler. Siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip, ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.” (Nursi, 1994, 58) Burada Hz. Ali ile Hz. Muaviye’yi ayıran temel nokta şudur: Hz. Ali, ahirete ve İslâmiyet’in hakikatlerine, siyasetin/saltanatın merhametsiz kanunlarını fedâ ediyordu. Hz. Muaviye ise tam tersi bir durumdadır. Müslümanların sosyal hayatlarını sağlayabilmek için, kendilerini siyaset âleminde mecbur zannediyordu. Hatta, Hz. Muaviye ve sonraki halefleri o kadar ileri gitmeye başladı ki, devletin varlığını korumak amacıyla kendi soylarından gelen Beni Ümeyye asabiyetine mensup olanları koruyarak, ırkçılığa zemin hazırladılar; bunun sonucunda da, binlerce masum zarar gördü.
Mektubat’da, fert-devlet ilişkileri bağlamında Emeviler döneminde iktidarı önceleyen pratikler de eleştirilir. “Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, ‘Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.’ ve ‘Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, ‘Milletin selâmeti için herşey feda edilir.” ilkeleri gaddarane muamelelere zemin hazırladığı ifade edilir. (Nursi, 58) Bu ilkeler ferdin hukukunun üstünlüğünü, bunun hiçbir şekilde elinden alınamayacağını belirliyor.
Sıffin Savaşı ve müteakip olaylarla netleşen hilafet/saltanat ayırımı sonraki dönemlerde iki çizgi olarak devam etmiş; günümüze kadar gelebilen çeşitli görünümler kazanmıştır. Asr-ı Saadette hilafetin son temsilcisi olan Hz. Hasan, iktidarla ilişkisini net bir şekilde düzenlemesi bakımından önemli bir örnektir. İslâm tarihçilerinin beşinci halife olarak ifade ettikleri Hz. Hasan, babasının vefatından sonra Kufelilerin biat etmesiyle halifeliği onaylanmıştı. Fakat o dönemde Şam valisi olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan taraftarlarını yanına çekmek için yoğun bir faaliyet başlattı. Hz. Hasan ve Hz. Muaviye taraftarlarından oluşan iki ordu Medain’de karşı karşıya gelince, Hz. Hasan, bir konuşma yaparak aslında hiçbir Müslüman’a karşı kötü hisler beslemediğini adamlarının pek çoğunun savaştan hoşlanmadığını bildiğini, bunun içinde onların arzu etmediği bir şeyle karşı karşıya kalmalarını istemediğini söyledi. Bu sözler üzerine Haricilerin görüşlerini benimseyen bir grup, “Hasan’da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek Hz. Hasan’ın üzerine yürüdüler. Hz. Hasan da kendi sadık adamlarının yanına sığınarak canını ancak kurtarabildi. Bundan sonra Muaviye ile yaptığı bir anlaşma sonucunda hilafetten feragat etti.2 (Fığlalı, 1997b, 283)
Bediüzzaman bu olayı, Hz. Hasan’ın, “muvakkat ve suri bir saltanattan” “saltanat-ı mânevîyeye” tayin olması şeklinde değerlendirir. “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi -tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (Nursi, 1994, 57) Bediüzzaman, Hz. Hasan’ın dünya saltanatını terk ederek “hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye”ye önem vermesini Risâle-i Nur’la bütünleşerek aynı çizgiyi oluşturduğunu şöyle izah eder. “Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesud edebilir bir istidatta bulunan, Risâle-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.” (Nursi, 1997, 65-66) Hz. Hasan’ın başlattığı bugün ise Risâle-i Nur’un devam ettirdiği bu çizgi, iktidar talebinde bulunulmaması ve ferdi esas alan iman hizmetidir. Bediüzzaman, bu olayı İslâm siyasi düşüncesini anlayabilmek için bir simge olarak kullanır. Hz. Hasan’ın iktidarı terk ederek zamanını “neşr-i hakaik-i imaniyeye” ayırması, Risâle-i Nur’da, günümüze kadar gelen İslâmî algılama biçiminin önemli bir örneği olarak görülür. Bu çizgi, ilk beş halife, daha sonra evliyalar, aktaplar, mücedditler; kısaca, mânevî saltanatın mensuplarından oluşmaktadır. Bu çizginin son halkası da Risâle-i Nur’dur.
Bu ilkeler, esas alınan unsurun taban olduğu, tavan için, üst yapı için fertlerin zarar görmesinin istenemeyeceğini belirler.
Bu gerçekten dolayı tarih boyunca İslâm alimleri iktidarı talep etmedikleri gibi iktidarla aralarında bir mesafe bırakmışlardır. Bediüzzaman’da siyasetle hakiki anlamda ilgilenilmesi durumunda, uhrevi meselelerde gabileşileceğini belirtmiştir. İnsanın hakiki vazifelerini unutturacak en geniş daire siyaset dairesi olduğundan bu etkinlikten kaçınılması gerektiğini savunarak, “Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer.” (Nursi, 1997, 52,53) demiştir.
Bediüzzaman din adına iktidarı niçin talep etmediğini belli ilkeler çerçevesinde değerlendirmiştir:
I- “İman mâl-ı umumidir”: Her insan İlahi mesajı algılamak ve ondan kendi hesabına sonuç çıkarmak durumundadır. Her insanın sahip olması gereken değerlere bir kişi veya bir zümrenin sahip çıkması durumunda muhalif fikirler kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. “İnhisarcılık” dinde uygulanırsa, “Umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli” uyandırır. (Nursi, 1995a, 64) Bundan dolayı din bir siyasi partinin ya da başka toplumsal organizasyonun tekelinde olmamalıdır. 19 Şubat 2000 tarihli International Herald Tribune gazetesinde The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı David Hirst’ün konunun İran’daki görünümleriyle ilgili bir tesbiti yer aldı. Hirst’e göre, “İslâm Devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslâm inancına karşı da tavır almalarına yol açtı: ‘Bunun dini okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslâm-öncesi, Fars isimleri vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.” Bir kurumun dine sahiplenmesi durumunda, o kurumun muhaliflerinin dini de sorgulamaları tabii bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Said Nursi, Nur talebelerinin siyasete karışmamalarının nedenini bu çerçevede açıklar. İmana herkesin ihtiyacı olduğundan, din namına siyasete girmek dini inhisar altına almak olacağından din namına siyasete girerek inhisarcılık yapmanın yanlış olduğunu ifade eder. (Nursi,1997, 157)
Toplumun duyarlılığının ele alındığı On Üçüncü Mektup’ta, toplumun yüzde yirmisinin “çamuru misk-ü amber zannedenler”den; yüzde seksenin ise, mütehayyirlerden oluştuğunu belirtilir. (Nursi, 1994, 52) Bu yüzde seksen mütehayyirlerin dine karşı soğumamaları için, yapılan siyasi faaliyetlerin din adına yapılmaması gerekmektedir. Yoksa, henüz fikri berraklaşmamış kararsızlar, “Acaba nurla beni celb edip, topuzla dövmek mi istiyor?” diyerek dinden soğuyabilirler.
II- Masumların zarar görmemesi: Risâle-i Nur’da Müslümanların iktidar talebi içinde olmamaları ifade edilirken kullanılan argümanlardan birisi de “masumların zarar görmemesi”dir. Dünyada çeşitli ideolojiler adına öylesine güçlü hakimiyetler tesis edilmiş ki, onlara karşı iktidar talebinde bulunmak çatışmaları beraberinde getirecektir. Bu çatışmalarda da geçen yüzyılda binlercesine şahit olunduğu gibi, milyonlarca masumun zarar görmesine zemin hazırlanacaktır. “Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.” (Nursi, 1998, 260) Nitekim, şiddeti yöntem olarak benimseyen İslâmî hareketler bu tavırlarından dolayı masumların zarar görmelerine imkan hazırlamışlardır.
III- Terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi: Bediüzzaman, iktidar talebinde bulunulmaması gerektiğini izah bağlamında bir başka gerekçe olarak da “terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi”ni ileri sürer. Emirdağ Lahikası’nda, Türkiye’deki siyasal partilerin analiz edildiği mektupta, İslâmi partinin iktidara gelmemesi gerektiği şöyle izah edilir: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Nursi, 1997, 65) İslâmi terbiyenin yerleşmediği bugünün İslâm toplumlarında, kurulacak bir parti mutlaka dini siyasete alet etmek zorunda kalacaktır. Bundan dolayı Müslümanlar partileşme yoluna gitmemelidir. Burada önemli olan siyasetin dine hizmet eder şekilde tutulmasıdır.
Dipnotlar:
1. Ahzap Suresi’nin 72. ayetinde “ben”in yüklendiği vazifenin önemi mealen şöyle vurgulanır: “Biz emaneti, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.”
2. Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasında yapılan antlaşmaya göre; 1. İntikam için Iraklılardan hiç kimse tutuklanmayacaktır. 2. Milliyetine bakılmaksızın herkes emniyet içinde olacaktır. 3. İşlenmiş suçların tamamı affedilecektir. 4. Ahraz’ın haracı yıllık olarak kendisine ödenecektir. 5. Kardeşi Hüseyin’e iki milyon dirhem verilecektir. 6. Haşimoğulları’na da Abdüşşemsoğulları’na (Ümeyye) gösterilen yakınlık gösterilecek ve aynı ihsanlarda bulunulacaktır. (Fığlalı, 1997b, 283)