Mana-i Harfi
Varlık ve Ben
Davranışlarımızı belirleyen unsurlar, sosyal hayatın şekillenmesinde de büyük önem arz etmektedir. Her insan genetik olduğu düşünülen potansiyel bir davranış ve fizik yapısı ile dünyaya gelir ve yaşadığı şartlar, iklim, coğrafya, kültür, aile yapısı ve çevre şartları bu yapıyı etkilerler. Doğan insanın fizik, beden ve ruh yapısı büyük oranda şekil verilmiş bir hamur gibidir. Hazır bir yapı ile dünyaya gelen her insan ruh ve beden özellikleri ile bir kişilik kazanır. Bu, benlik algusu ve benliği algılarken çevrenin kendi ile ilgili kanaatlerinin algısından ortaya çıkan bir sonuçtur. Genellikle hazır yapının çevre faktörleri ile ergenlik çağına kadar etkileşimi sonucunda bir “ben” algısı şekillenir. Bu algı kişiliğin genel hatlarını belirler. Bu algının bir parçası da topluluk olarak kolektif benlik şeklinde hissedilir. Kendi gibi varlıklar-ailesi, hemşehrileri, milleti ve türü-içinde farklı bir grubun mensubu olduğu şeklinde bir algı da oluşur. Benlik, sahip olduğu meslek, içinde yaşadığı topluluk gibi kavramların şekillendirdiği bir algı ile tanımlanır. Hepsinin merkezinde yer alan ben duygusu “kuvve-i şeheviye”, “kuvve-i gadabiye” ve “kuvve-i akliye”nin çizdiği sınırlar içinde ayakta kalmaya ve imtihan gereği esma-yı İlahiyeye anahtar olmaya çalışır. Benlik, hayata bağlılık seviyesini ifade eden duygudurum, beden içi biyolojik faktörler ve çevre şartları ile adeta eğilir, bükülür, halden hale girer; bazen kabına sığmaz, bazen dünyaya küser, bazen kendini dev aynasında görür, bazen çok aciz hisseder.
Temel problem, bütün bunların nasıl oluştuğu ve daha da önemlisi niçin yaşandığıdır. Varlık ve benlik birbiriyle çok yakından alakalı, nerdeyse tavuk ve yumurta kadar irtibatlıdır. Benlik, varlık içinde şekillenir, varlık ise benlikle anlamlı hale gelir. Ancak bu karşılıklı etkileşim içinde farklı bir şeyler, varlığın ve benliğin gerisinde gizlenmiş bazı maksatlar hissedilir. Herkesin özünde var olan sonsuzluk duygusu ya da sonsuzluk arzusu varlık ve benin dışına taşan metafizik bir yönelimdir. Bu, varlığı ve beni yalnızca kendi işlerinde anlamlandıramayacağımızın da ipuçlarını vermektedir. Bu yönüyle insan henüz kitap kavramını bilmeyen ve harfleri tanımayan, okuma-yazma bilmeyen bir kişinin kitapla olan ilişkilerine benzer bir ilişki içinde gibidir, kainatla. Önce kitabı tanır, yani elindekinin bir kitap olduğunu ve bir şeyler anlatmak maksadıyla hazırlandığını hisseder. Sonra harfleri tanımaya, kelimeleri anlamlandırmaya çalışır ve okuma-yazma bilenden yardım alır. Sonra kitaptaki şekiller bir mana ifade eden harflere ve kelimelere dönüşür. Ardından kitabı okumaya başlayan ve bir zaman sonra sanki kitap aradan çıkmış gibidir; direk yazarın zihnindeki manalarla yüz yüzedir. Varlığın idrakinde de önce ben, sonra varlık içinde ben ve nihai noktada O şeklinde bir süreç yaşanır. Başlangıçta benlik ve varlık kuşattıkları zannolunan alanları sahiplenirler, “ene” ve “tabiat” adını alırlar. Sonra ben varlığı arkaplanı ile algıladığında varlık ve ben aradan çıkar ve O kalır. Bu, dünyevi ve uhrevi alemlerin nihai meyvesi, asli sonucu olmalıdır. Bütün alemler ve kesret sınırlılık içinde sonsuzluğun idraki için ruhani bir yolculuk gibidir. Varlık ve ben başlangıçta O’nu sınırlar ve gölgeler; böylece şiddetli zuhur karşısında kamaşan gözler algılama imkanı bulurlar. Algıların manalara dönüştüğü noktada ben varlıkla bütünleşir ve bütünün idraki ile ikinci basamakta külli bir bakış kazanılmıştır. Ben’in kainatla bütünleştiği konum, bütün varlığın dost ve anlamlı olduğu ve idrakin kainat külliyetinde ve varlıklar adedince genişlediği hal olmalıdır. Bir beden ya da cüz’i bir irade küçüklüğündeki ben, varlığın başından sonuna her tarafı kuşatan eşya adedince genişler. Ruh ve benliğin bu genişliği sağlam bir kişiliğin de zeminidir.
Cüz’i bir iradenin sınırlılığındaki, yalnızca hazların ve faydaların sağlığındaki bir kişilik varlık çarklarının zahiren acımasız gözüken ve aslını bilmeyenlere hep o yüzünü gösteren işleyişi ile çökmeye, yıkılmaya her an maruz kalabilir. Bunun uzantısında yalnızlık, çaresizlik, korku, sahipsizlik, anlamsızlık, hiçlik, değersizlik gibi bir dizi olumsuz duygular kişiliğin yokluğuna, yarılmasına ve bölünmesine zemin hazırlar. Kişilik bozuklukları, histeri nöbetleri, depresyon ve intiharlar kainat bütünlüğünde sağlam bir kişiliğe namzet olan varlığın basit ruh dalgalanmaları ile battığı çelişkinin görünür hale geldiği anlardır.
Her şeyin temelinde yatan problem, ben’i ve varlığı gereği gibi anlamak ve hayatı anlamlandırmaktır. Bunun sonucunda ulaşılacak olan varlık genişliğinde sağlam bir kişilik yapısı, kendisi ve kainatın bütünüyle barışık bir ruh hali, kainata meydan okuyacak ölçüde korkulardan ve endişelerden uzak bir varlık olgusudur. “Kimsin, necisin?” ile “ben”i, “Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” ile varlığı tanımlamış insan diğer insanlarla, varlıkla, kainatla ve en önemlisi kendisi ile barışık olur.