Makaleler

“Risale-i Nur”, Şerif Mardin ve Ötekilerden Bir Yazar

Said Nursî, Risale-i Nur ve Nurculuk ile ilgili yazı ve değerlendirmeler günümüzde gittikçe artmaktadır. Said Nursî’nin mesajının evrensel boyutlar taşıdığı pek çok yazar ve düşünür tarafından dile getirilmektedir. Mardin’in kitabının başlığını ödünç alarak ifade edersek, ortada bir “Said Nursî Olayı” bulunmaktadır. Ortaya çıkış heyecanı ve geniş kitlelere mal olma zamanı dikkate alındığında, gerçekten de-en azından ortada sosyolojik bakımdan-bir Said Nursî Olayı vardır.

İslam tarihi içinde nasıl bir hareket tarzı olduğu, yaşadığı çağın anlayışına hangi “yeni”yi sunduğu bir tarafa bırakılsa bile, sırf bu yüzden Said Nursî ve onun anlayışı, üzerinde durulmayı fazlasıyla hak etmektedir. Böyle bir gerekliliğe ilk dikkat çeken kişi Cemil Meriç’tir.

Büyük ölçüde onun yönlendirmelerinin etkisiyle Şerif Mardin, onca konu arasından çalışmalarında Said Nursî ve onun hareketini incelediğinde bazıları bundan büyük bir mutluluk duymuştur. Bazıları ise, şimdiye kadar sahasındaki yetkinliğine toz kondurmadıkları Mardin’i-onun bilim adamlığını doğrudan sorgulayamadıkları için-“Said Nursî sempatizanlığı” ile suçlamaya kadar varabilmişlerdir.

Birinci kesimin belki biraz da abartılı sevincini anlamak kolaydır. Çünkü Said Nursî ve eserleri ilk kez, onun hizmet metodunu benimseyenlerin belki hiçbir vakit ulaşamayacakları bir çevreye Mardin vasıtasıyla tanıtılmış oluyordu. Buna karşılık, ikinci kesimin tedirginliğine, telaşına ise bir anlam vermek zordur. Zira Mardin’in, sadece kendi sahasını yakından ilgilendiren bir konuyu aydınlatmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Söz konusu çalışma, muhtemelen onda bir Said Nursî sempatisi uyandırmamış da olabilir. Ama her nedense, Şerif Mardin’e sempati duyan pek çok insan, sözüm ona aydın, hayal kırıklığına uğramıştır. Halbuki, “Said Nursî Olayı”nın yazarı, “tek başına bir insanın, ‘organize’ siyasî baskı ve engellemelere rağmen nasıl olup da bu kadar ilgi çektiği” sorusunun cevabını aramaktadır. Ne var ki, ülkemizde bazı çevreler, bilime ve bilim adamına hiç de böyle bir misyon biçmemektedir. Mesela, az sonra tahlilini yapacağımız bir kitapçık, yanlış bilgi ve tarafgir bir tutumla bir eserin nasıl ele alınacağına çok güzel bir örnek teşkil etmenin yanında, resmi ideolojinin aradığı-saplantılı-bakış açısını da çok güzel aksettirmektedir. Söz konusu yazar, uluslararası bir şöhreti tek kalemde aforoz etme zorluğunun farkında olarak, Mardin’i, insani bir zaafla-Said Nursi hayranlığı-suçlamaktadır. Düşüncelerini beğenelim-beğenmeyelim, şimdiye kadar yaptıklarıyla, kendi sahasında haklı bir üne kavuşmuş bir adam, sadece ve sadece bir kişiyi kuru sıkı ifadelerle övmek üzere bir kitap yazarak, kendi elleriyle şöhretini niçin gölgelesin? Mardin, Said Nursi gibi bir şahsa karşı gösterilen hayranlığın bedelini bilmeyecek kadar şöhrete veya başka insani tutkulara aç bir insan mıdır ki, bu vesile ile bir kitap yazmış olsun ve onun içinde “Said Nursi’ye hayranlığını dile getiren derin övgüler içeren bazı ifadeler sıralamaktan” kendisini alamamış bulunsun.

Anlaşılan, mahut çevrelerce resmi ideolojinin karalayıp unutturmaya çalıştığı bir şahsı, bir düşünceyi ne şekilde olursa olsun araştırmak, incelemek affedilmez bir cürüm teşkil etmektedir. Nitekim objektiflik kaygısının çalışmalarına hakim olduğunu gördüğümüz Şerif Mardin bile, kolayca zan altında tutulabilmektedir. Halbuki, iddia edildiğinin aksine, şayet mutlaka esere yansıyan bir duygusallık aramak gerekirse, satır aralarıyla birlikte okunduğunda; “Said Nursi Olayı” adlı kitapta Said Nursî’ye övgüden çok, derinden derine Türk modernleşmesinin çarpıklıklarına duyulan bir sitemin hissedildiğini söylemek mümkündür.

Modernleştirici politikalar ve programlar, Türkiye’de eşine sık rastlanmayan cinsten bir çelişki doğurmuştur. Mardin, pek çokları gibi, “Türk modernizminin yürütülmesinde kaba ve dayatmacı bir toplum mühendisliğinin tercih edildiğini, bu üslubun toplum katmanlarında derin bir boşluk oluşturarak, Said Nursî hareketine hız kazandırdığını” ileri sürmektedir. Yazarın da altını çizdiği gibi, Bediüzzaman’ın diğer bakımlardan oynadığı rol, taşıdığı önem bir kenara bırakılsa bile o, eserleri ve mücadelesi ile Türkiye’deki toplum-devlet ayrışmasında yaşanan depremin (kısaca, “Türk Modernleşme projesi”) kırılma hattını dolduran, deyim yerindeyse “olay bir insandır”. Bu terkibin açılımı, bir bakıma “Said Nursî kimdir?” sorusunun da cevabını teşkil eder. Artık, hemen herkesin birleştiği bir Bediüzzaman tanımı var: Said Nursî; geçmişle geleceğin, medrese ile okulun, akılla kalbin, Batı ile Doğunun karşılaşması sonucu ortaya çıkan muazzam boşluğu fark edip, onu tesviye etmeye çalışmış samimi ve sebatkar bir mümindir.

Mardin’in çalışmalarının da etkisiyle olsa gerek, objektiflik konusunda bir mesafe alındığını belirtmek gerekir. Artık neredeyse hiç kimse, bilhassa akademik unvan taşıyan yazar ve çizerler, Said Nursî ile Şeyh Said’i karıştırmamaktadır. “Onun cumhuriyet ve demokrasi düşmanı olduğu” şeklindeki gerçek-dışı iddiadan vazgeçilmiştir. Ancak hala, kulaktan dolma bilgilerlerle ve ideolojik bir körlükle, Said Nursî ve Risale-i Nur’u değerlendiren bazı yazılar kaleme alınabilmektedir. İşin en tuhaf yanı da, ya tamamen kaynak dışı ya da adeta cımbızla çekilip alınan, dolayısıyla bağlamından kopartılan cümlelerin bol bol kullanıldığı, esas maksadın kafaları karıştırmak ve hedef göstermek olduğu anlaşılan çalışmalara rastlanmaktadır. İşin aslı, bu çeşit yazılar, daha önce yazılanların, bilimsellik cilası altında üretilmiş yeni versiyonlarından başka bir şey değildir.

“Türkiye İş Bankasının katkılarıyla” yayınlanıp, Cumhuriyet Gazetesinin okurlarına promosyon olarak dağıttığı bir kitapçık, bu türün, en tipik ve en son örneklerinden biri olarak karşımızdadır. Said Nursî, Fetullah Gülen ve Laik Sempatizanları başlığını taşıyan, karalamalarla ve yanlış değerlendirmelerle dolu, insanın neredeyse tümüyle bir “iftira-name” diyesi geldiği bu kitapçık Alpaslan Işıklı imzasını taşımaktadır. YÖK üyeliği görevi de bulunan yazar, bu kanaatlere nereden ve nasıl varmaktadır? Yazar, demokratik ve bilimsel kişiliğini daha kapıda (önsözde) bırakarak birilerini göreve çağırmaktadır. Önsözün ilk paragrafı aynen şöyle bitmektedir: “Ancak unutmamak gerekir ki, her şey bitmiş değildir, yarın ne olacağı yine de belirsizdir. Cumhuriyetin geleceği, bir dizi karmaşık faktörle birlikte, cumhuriyeti korumak ve yaşatmak sorumluluğunu taşıyanlar tarafından belirlenecektir.” (s. 8). Bu ifadelerden sonra ne ölçüde bilimsel bir içerik taşıdığı bile bile, insanların ifade hürriyeti var diye sükunetinizi bozmadan kitabı sonuna kadar okumaya belki katlanabilirsiniz? Ancak, başka bir merakın beyninizi kemirmesinden kolay kolay kurtaramazsınız. Çünkü demokratik değerlerin, çoğulculuğun egemen olduğu bir dünyada, hem de akademik ünvana sahip bir kişi, kronik vehimli bir bakıştan kendisini kurtaramıyorsa, ortada muhakkak kişisel tutumu aşan çok daha köklü bir sakatlık vardır; ya da en azından bir şartlanmışlık. “Sahibi için, aklı selimin, bilimin gerekliliğini bir çırpıda unutturabilecek kadar bir şartlanmanın (obsesyon) kaynağında ne vardır” diye soracak olursak, nerdeyse bütün yolların en sonunda “Burası Türkiye”ye çıktığını görürüz. Konu bu değil ama bütün çirkefliklerin kutsal bir heyula adına işlendiği, sorgulamanın suç, muhalefetin bölücülük sayıldığı bir yerde, kimileri için “burası Türkiye olgusu” hesaba katılması gereken önemli bir risk teşkil ederken; kimileri için servet ve ikbalin anahtarıdır.

Said Nursi, Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları adlı kitapçığın yazarı Prof. Alpaslan Işıklı doğrudan doğruya Said Nursi’nin yazdıklarından hareketle çalışmasını sürdüreceğini belirtmesine (s. 10) rağmen, daha bu yazdığı cümlenin mürekkebi kurumadan, Turan Dursun’a atıf yapmakta nedense bir sakınca görmemektedir (s. 13). Yazarımız Işıklı, ağdalı Türkçesinden anlayamadığı Sözler’i, belki anlarmış umuduyla bir de Fransızcasından okuduğunu söylemekte, fakat buna rağmen hiçbir şey anlayamadığını ifade etmektedir. Tüm bu çabaları sonucunda da “Said Nursi’nin yazdıklarının hacmine oranla anlaşılacak çok az şey yazdığı kanaatine vardığını” belirtmektedir. Hazırlayıcı bu ifadelerden sonra Prof. Işıklı, temel argümanlarından birini ortaya koymaktadır: “Esasen Nurculukta anlamanın önemi yoktur.” (s.13) “Ahir vakitte nev-i beşer ulum ve fünuna dökülecektir. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir” diyen Bediüzzaman değil midir? Gariptir ki, Prof. Işıklı da bu cümleye kitabının ilerleyen sayfalarında (s. 37) yer verecektir. Said Nursi’nin yazdığı risalelerde onlarca, hatta yüzlerce kez akla ve anlamaya vurgu yaptığını, bu eserleri Türkçesinden okuyan herkes bilir. Bu iddianın sahibi Prof. Işıklı’ya hem bir cevap ve hem de ondan bu konuda iddiasını isbat için bir talep yerine Said Nursi’ye ait şöyle bir sözü hatırlatmakla yetinelim: “Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz; tasvir ve tezyin-i müddea (iddiayı edebi surette süslemek) zihnimizi işba etmiyor (doyurmuyor), delil ve burhan isteriz.” (Muhakemat, s. 32)

Yazar, Said Nursi’nin öneminin nereden kaynaklandığını soruyor ve Turan Dursun’a atıfla taraftarlarının onu Peygamber mertebesinde gördüğünü belirtiyor. Said Nursi pek çok yerde “Ben kendimi bir kuru çubuk hükmünde görüyorum” demekte; Risale-i Nuru ise “dava değil, dava içinde burhan” olarak tanımlamaktadır. (Tarihçe-i Hayat, s. 182) Onun binlerce sayfalık eserlerinin pek çok yerinde böyle bir vurgu vardır. Said Nursi’nin takipçileri mesela bir 19. Söz’ü, bir 19. Mektub’u okuduklarında İslam Peygamberini (s.a.v.) mi, yoksa bizzat bu risalelerin müellifini mi düşünürler? Böyle bir soruya muhatap olsalar, Said Nursi’nin takipçileri kendilerini hakarete uğramış kabul ederler. Pek çok Nurcu, Kur’an-ı Kerim’i okumayı, Risale-i Nuru tanıdıktan sonra öğrenmiştir. Risale-i Nur okudukça Kur’an’dan ilgisini kesen hiçbir Nur talebesi yoktur. Onlar, Said Nursi’yi de, Hz. Peygamberin davasını bu asırda en iyi temsil edenlerin başında geldiği için sevmiştir.

Her şey bir yana, Prof. Işıklı, Nurculuğun “ustabaşını” Kur’an’ı bile kendi büyüklüğünü ispat için alet etmekle suçladıktan sonra, Said Nursi’yi, kendi konumunu teyid için: “Ben Kur’an’ı sözlerimle övmüyorum, sözlerimi Kur’an’la övüyorum” demekle itham etmektedir. Hangi bağlamda söylendiği bir yana, bir kere bu ibarenin aslı böyle değildir. Doğrusu: “Ben sözlerimle Muhammedi (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhisselatü Vesselamdan bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum” (Sözler, s.214) şeklinde olacak. Görüldüğü gibi yazar, ilk düğmeyi yanlış iliklemiştir. Diğerlerinin yerlerinin yanlış olacağı kaçınılmazdır.

Işıklı, Said Nursi’nin Nurculuk diye bir tarikat başlattığını düşünmektedir. Ona göre “Said Nursi Risale-i Nur’un Allah tarafından verildiğini iddia edecek kadar da ileri gitmektedir.” Yazar burada İslam’ın müdafii kesilmekte ve “Oysa İslam’da Tanrı tarafından verildiğine inanılan kutsal kitapların sonuncusu Kuran’dır” demektedir. (s. 18-19) İnsanların inanmadığı, samimi olmadığı bir konuda açık vermemesi imkansızdır. Prof. Işıklı’nın bu iddiası da başlı başına akaidi bir problemle maluldür. “Tanrı tarafından verildiğine inanılan” da ne demek? Müslümanlar, bütün kutsal kitapların Allah tarafından indirildiğe iman ederler. İnanmak kişisel bir tahmin ve zandır. İman kesinliği gerektirir.

Prof. Işıklı’nın bu kitapçığını, asılsız bahanelerle dine ve dindarlığa hücum geleneğinin parçası olarak değerlendirmek gerekir; zira onun ileri sürdüklerinde çok yeni bir iddia yoktur. Böylece, bütün çeşitliliği arkasında dine ve dindarlığa karşı yürütülen beşeri zulmün tarihinin döndüğü yörüngeye dair kuvvetli bir fikir edinmiş oluyoruz. Aktörler ve olaylar değişse de, ithamlar hep aynı kalıyor. Daha Said Nursi hayatta iken aynı iddiaların muhatabı olmuştur: “Tarikatçılık, komitecilik, harici (dış) cereyanlara alet olma, dini hissiyatı siyasete alet etmek ve cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asayişe ilişmek gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler.” (Şualar, s. 274) Said Nursi, artık bu çeşit haksız iddia ve suçlamaların bıkkınlık verdiğini ima ile, birazda ironik bir üslup kullanarak: “Başka bir sebep, bir mesele bulunuz da beni onunla itham ediniz” demektedir. (Şualar, s. 305) İlginçtir; Said Nursi ve Laik Sempatizanları adlı kitapçığın yazarı, Said Nursi’nin hayatında maruz kaldığı ithamları, sanki az önce işaret edilen sıraya sadık kalmak istercesine bir paralellikte yeniden gündeme getirmektedir. En başta yine tarikatçılık suçlaması var. Diğerleri malum; “dış cereyanlara alet olma”, “dini siyasete alet etme”, “cumhuriyet düşmanlığı yapma”. Prof. Işıklı, hacmine oranla yanlışı pek fazla bu kitapçığında, geleneğe uyarak sistem ve rejim bağlamında Said Nursi’yi eleştirirken, en başa onun “tarikatçılığını” koymaktadır. Halbuki, ona yönelik “tarikatçılık iddiası” sadece itham düzeyinde kalmayıp yargıya intikal eden bir meseledir ve bu konuda mahkemelerce verilmiş pek çok berat kararı bulunmaktadır. (Şualar, s. 325)

Mahkeme kararlarıyla Risale-i Nur hareketinin bir tarikat olmadığı teyid edildiği için, geriye en etkili bir iddia olarak, “oyalama ve stratejik davranma” suçlaması kalmaktadır. (s. 18) Hemen belirtilmelidir ki, Nurculuk, yasal sakıncalar yüzünden tarikat ismini kullanmayan, ama, hedefi tarikat olan bir oluşum değildir. Nurculukta, yasal engeller yüzünden değil, yaşanılan çağın gerekleriyle bağdaşmadığından dolayı tarikata sıcak bakılmamıştır. “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat (imanı kurtarmak) zamanıdır” (Emirdağ Lahikası, s. 28) sözünün sahibi bizzat Said Nursi’dir.

Kısaca, tarikat geleneğindeki “tekke”, “şeyh”, “halife”, “intisap” kavramlarının hiçbir şekilde Nur hareketinde karşılığı yoktur; olmamalıdır da. Bununla birlikte, Nur hareketinin ülkemizde doğurduğu ilgiye paralel olarak Nurculuk adı altında, yer yer tarikat-vari mevzi hareketler ortaya çıkabilmektedir. İstisnai olsa da böyle bir realite, zihinlerde ve davranış biçimlerinde gizli ve saklı duran yüzlerce yıllık tarikat kültürünün bir şekilde insanları etkilemesine bağlanarak açıklanabilir. Şimdi veya gelecekte ortaya çıkabilecek bu çeşit yönelimleri, kitabi anlamdaki Nurculuktan ayırmak gerekir. Zira, Nurculuk esas olarak kitabi bir hareket olduğu için tarikat değildir. Bu bakımdan, faraza Said Nursi ve Nurcular kendi üsluplarını, metodlarını bir tarikat olarak adlandırsalardı bile sonuç değişmeyecekti. Her şeyden önce, Said Nursi’nin tavrı hiçbir şüpheye, tartışmaya meydan vermeyecek derecede açıktır: “Halbuki Risale-i Nurda daima dava edip demişim ‘zaman tarikat zamanı değil, belki hakikat zamanıdır. Ben şeyh değilim, hocayım. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak?’ Bu yirmi sene zarfında bir tek adam yok ki çıksın bana tarikat dersi verdi desin.” (Şualar, s. 28) Şu ifadeler de başka hiçbir anlama çekilmeyecek kadar açıktır: “Dersimi dinleyenlere Nur talebesi denir, mesleğimiz tarikat değil, imanın hakikatleridir.” (Emirdağ Lahikası, s. 411-412)

Işıklı, tarikat iddialarıyla bağlantılı olarak Risale-i Nur müellifinin kerametleriyle ön plana çıkma hevesinde olduğunu iddia etmektedir. Az önce değinildiği üzere, Said Nursi kendisini “şeyh” değil de “hoca” (hoca, ders verirken manevi üstünlük ve makam iddiasıyla hareket etmez) sıfatıyla tanımlamaktadır. “İhlas” hakikatını zedeler düşüncesiyle ölümünden sonra mezarının bilinmesini bile arzu etmeyen bir insanı, ön-plana çıkma hevesinde bir kişi diye tanıtmak hiçbir şekilde inandırıcı ve insaflı bir yaklaşım olamaz. Bir hususu daha belirtmeden geçmeyelim: Burada kerameti mantıkla bağdaştırmayan—gerçekten de öyledir, düz akıl yürütme anlamındaki mantıkla izah edilemeyen daha pek çok şey vardır—dolayısıyla da Said Nursi’yi kendince mantıksız işler peşinde koşan bir adam olarak lanse etme çabasındaki Işıklı, her nedense en az keramet kadar bir meta-fizik boyut taşıyan Para-psikolojiye atıf yapabilmektedir. (s.21)

“Nurculuğun kökü dışarıda bir hareket olduğu” iddiasına (s. 22 vd.) karşı da söylenebilecek çok şey vardır. “Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil.” (Lemalar, s. 107); “Harici ittifaklar yerine Kur’an’ın berahin-i katıasının elmas kılıçlarına dayanmalıyız” diyen Bediüzzaman yerli bir hareket değilse, bunu kim ya da kimler temsil etmektedirler? Ki o, düşünce planında olduğu gibi maddi eylem planında da, pek çoklarını şaşırtacak derecede tutarlı bir düşünceye sahiptir. Mesela Said Nursi, Avrupa’dan ithal edilen kalpakları giymeyecek kadar tutarlı, bir bakıma da yerli denilebilecek bir duruşa sahiptir. Hatta; Said Nursi, İngilizlere karşı yazdığı Hutuvat-ı Sitte risalesiyle büyük bir hizmet yaptığı kabul edilerek Ankara yönetimi tarafından takdir edilmiş ve Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılmıştır. (Tarihçe-i Hayat, s. 194)

“Yabancıların oyununa gelmemek” en başta oynanan oyunun fark edilmesiyle sonra da ilkesel bir tavır alışla ancak mümkün olabilir. Uluslar arası siyasi ve diplomatik olaylar için “zalimlerin satranç oyunu” benzetmesi yapan Said Nursi, yabancı (mesela emperyalist) güçlerin oyununa gelmek şöyle dursun, bir İslam alimi için son derece munis gelebilecek “İslam Birliği ve İttihad-ı İslam siyaseti” gibi oluşumların, birlikte hareket fikrine bile son derece mesafeli durmuştur. Çünkü, hiçbir şeye, bu ittihad-ı İslam siyaseti de olsa, davasını alet etmeme konusunda kesin bir tavır içinde olan Said Nursi, Risale-i Nurun okuyucularını değil, ihtiyacını hisseden insanların risaleleri arayıp bulacağı konusunda tedirginlik ve kaygıdan uzak rahat bir tavra sahiptir. (Beyanat ve Tenvirler, s. 171) Hiçbir şeye alet olmama (ihlas) o kadar kesin bir dusturdur ki, Risale-i Nurun geniş kitlelere yayılmasında önemli bir rol oynaması kuvvetle muhtemel güçlere bile Risale-i Nur ve onun müellifi önem vermemektedir. (Tarihçe-i Hayat, s. 423)

Bu konuyla ilgili olarak, Said Nursi’nin “Dindar Hıristiyanlar” ile ortak hareket edilmesi yönünde bir düşünceye sahip olduğu akla gelebilir. Her şeyden önce bu düşünce mutlak küfre karşı dindar Hıristiyanlarla manevi işbirliği teklifidir. Dikkat edilirse, burada bir yardım(laşma) teklifini herhangi bir bağımlılığın takip etmesi ihtimali yok denecek kadar zayıftır. İki dinin mensuplarının karşılıklı yardımlaşması hedeflendiği için, esasında söz konusu bu tavır, çok arzu edilen dinlerarası diyalog konusu içinde değerlendirilebilir; bu (sonuç) ise Said Nursi hanesine eksi değil artı bir puan olarak yazılmak gerektir. Işıklı’nın “yerli olmamak” konusunda kastetmediği, haklı olabileceği bir noktayı burada deşifre edebiliriz. Said Nursi, davasını önce Anadolu sathına sonra da bütün dünyaya yayma hedefindedir; dolayısıyla davasını yayma alanı olarak sadece Anadolu’yu hedeflemediği için, bu noktada onu sadece “yerlilikle sınırlı olmayan” bir dava adamı olarak tanımlamak mümkündür.

Yazarın ağır ithamlarından biri de, Nurculuğun Cumhuriyetin anti-tezi olduğu şeklindedir. (s.29) Halbuki, Said Nursi daha Cumhuriyetin ilanından çok önce bile meşruti bir idareyi savunmuştur. O, karıncaların davranışlarında bile Cumhuriyetçi bir cihet görecek kadar Cumhuriyet-perverdir. Risale-i Nurlarda doğrudan doğruya “Cumhuriyet” kavramı 46 defa tekrar edilmektedir (yoksa yönetimi kastetmek üzere kullanılan kavramlar dahil edilse bu sayı bir hayli kabarır). Otokratik bir yönetimin aracı olarak, ya da Said Nursi’nin tabiriyle “istibdat-ı mutlak” olarak anlaşılıp (mutlak istibdat) uygulanan bir Cumhuriyet baskısını üzerinde en fazla hissedenlerden biri olsa da Said Nursi, yanlış bir cumhuriyet pratiği ile teorik cumhuriyet kavramını asla birbirine karıştırmamıştır. Merak edenler, Risale-i Nurda pek çok defa yer verilen cumhuriyet kavramından her birine teker teker bakabilirler. Bunlardan bir kısmı Bediüzzaman’ın cumhuriyet-perverliği ile ilgilidir [Birkaç örnek: “Cumhuriyet aleyhinde çalışmak gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler” (Şualar, s.274); “Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım isbat eder.” (Şualar, s. 317); “Cumhuriyet-perverliklerine hürmeten” (Beyanat ve Tenvirler, s. 275); “Cumhuriyet serbestiyetinden mahrum kalan (Said Nursi)” (Emirdağ Lahikası, s.136)] Bu pasajlar incelendiğinde görüleceği gibi, Risale-i Nurlardaki cumhuriyet kavramının hiçbir kullanımında, babadan oğula tevarüs eden, yani seçime dayanmayan (cumhuriyetin anti-tezi olan) bir yönetim anlayışına karşı bir özlem vurgusu yoktur.

Bununla birlikte, Risale-i Nur içinde cumhuriyet tabiri geçen cümle yada cümleciklerin önemli bir kısmı da, gerçek bir cumhuriyetin hangi esaslar üzerine kurulması gerektiği konusunda bazı önemli ikaz ve hatırlatmalar içermektedir [“Hürriyet-i ilmiye cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz” (Tarihçe-i Hayat, s.196); “Cumhuriyet idaresinde kanun herşeyin fevkindedir” (Emirdağ Lahikası, s. 205); “Müsavaat esasına istinad eden[etmesi gereken] cumhuriyet (Lemalar, s. 176)] Nihayet, ısrarla yanlış uygulanan bir yapıya karşı şiddet içermeyen bir tepki geliştirerek “cumhuriyetin ve kanun”un özüne dikkat çeken Said Nursi itham mı edilmeli, yoksa ödüllendirilmeli midir? Yanlış ve haksız kanunlara karşı sivil bir tepki geliştiren Gandhi, M. Luther King ve benzeri önderler, daha yaşamlarında takdir görmüşlerdi. En az onlar kadar yerinde bir fedakarlık, cesaret ve itidal timsali olan Said Nursi ise hala Cumhuriyet düşmanı olarak tanıtılmak isteniyorsa, bu talihsizlik kimin adınadır? Said Nursi adına mı, yoksa bütün bir ülke adına mı?

Prof. Işıklı, Şerif Mardin’in Amerika’da daha özgür olduğunu söylemesine bir hayli içerlemiş olarak: “O, M. Luther King gibi Amerika’da özgürlüğün gelişimine ne gibi bir katkıda bulunmuş da böyle bir sonuca varmış” diye sormaktadır. Mardin’in böyle bir iddiası zaten yok. Madem ki, özgürlük mücadelesinin timsali olarak Martin Luther King’e atıf yapılmaktadır, Işıklı’ya bir soruda biz soralım: Bir asırlık Türk tarihinde Said Nursi’den daha çok, onun (M. L. King) çabasına benzer bir mücadele ortaya koyan başka bir şahıs gösterilebilir mi?

Özetle, “Nurculuk cumhuriyetin anti-tezidir… Dolayısıyla hilafetin yanında yer almıştır” (s. 29) iddiası temelsiz bir iddiadır. Yukarıda geniş biçimde açıkladığımız gibi Said Nursi, cumhuriyet teorisine taraftardır, ancak bu isim altında kurulan tek parti istibdadına karşıdır.

Kitabın ilerleyen kısımlarında Said Nursi “egemenlerle işbirliği”ni çok iyi yürüten (kurnaz!?) bir kişi olarak tanıtılmış. (s. 34) Yazara kalırsa, Said Nursi’nin, Mustafa Beyin konağında kalması, Jön-Türkleri, çok sonraları ise Demokrat Partiyi desteklemesi bundanmış! Halbuki, Said Nursi’nin çok daha küçük yaşlardan beri yaratılış olarak güce ve makama boyun eğmediğini biliyoruz: Bazı medrese hocalarını saymaması, esarette Rus başkumandanı geçerken ayağa kalkmaması, Abdulhamit’i yüzüne karşı eleştirmesi vs. Said Nursi gücün yanında olsaydı, ülkeyi sonsuza kadar yönetecekmiş gibi bir hegomonik yapı kuran tek parti idaresiyle başı dertte olmazdı. Egemen güçlerin yanında olsa, zehirlenmez, hapse atılmaz, il il kasaba kasaba sürgüne gönderilmezdi; egemen güçlerin yanında olsa defalarca berat kararı verildiği halde eserleri sanki yasaklıymış gibi takibe uğratılmazdı.

Daha önce Nurculuğu, Cumhuriyetin anti-tezi olarak tanımlayan yazar, daha sonra Said Nursi’nin Cumhuriyet yönetimiyle iyi geçinme çabasında olduğunu ileri sürerek (s. 35) anlaşılmaz bir çelişki içine düşmüştür.

“Nurculuk ve Pozitif Bilimler” başlığı altında Prof. Işıklı son derece subjektif kanaatler ortaya koymuş. Uzmanı olmadığı İslami disiplinlerde (usul, akaid, kelam, tasavvuf) her nasılsa son sözü kendisinin söyleme imtiyazı varmışcasına hakemlik rolünü üzerine almış; “Bilim ve tekniğin iman hakikatlerini izah için hiçbir şekilde delil olarak kullanılamayacağı” (s. 37) gibi bir fetva vermekte sakınca görmemiştir. Gerçekten, iman hakikatlerini açıklamada bilim ve tekniğin imkanlarından yararlanmayı yasaklayan İslami bir emir ya da bir ilke var mıdır?

Yazar Işıklı, Batı uygarlığı karşısında Nurculuğun yeriyle bile ilgilenmiş. Hem de ne sonuçlar çıkarmış! Ona göre Said Nursi, “[ilerleme ve terakki karşıtı olarak] bir lokma bir hırka” felsefesine bağlı kalan bir insandır. Oysa ki, Said Nursi’nin böyle bir görüşü yoktur. Aksine günümüzde, ilerlemenin maddi yönünün de olması gerektiğini vurgulamıştır. Ancak Said Nursi modernist anlamda bir ilerlemeci de değildir; “Bir lokma bir hırka”, şahsi iktisat ve kanaat şeklinde anlaşılıyorsa, o yaşamını “bir lokma ve bir hırka ile geçirmiş” bir insandır.

Tüketim ve lüksü ilerleme sayan bir anlayışın faturasını geniş halk tabakaları—özellikle şu günlerde—”bir lokma ve bir hırka”lı günler geçirerek ödemektedir.

Yazar, “Said Nursi ve Kadın” alt başlığında güya Nurculuğun bu konudaki görüşlerine yer vermektedir. Yazara göre Said Nursi evlenmeye karşıdır (s. 39); oysa Işıklı’ya göre “İslamiyette evlenmeyi haram sayan tek bir satır yoktur”. Sadece bu satırları okuyan bir insan, Said Nursi’yi, İslamiyette ruhbanlığı savunan bir kişi sanabilir. Said Nursi “Neden sünnet-i seniyyeye muhalif olarak mücerret (bekar) kaldın?” sorusunu Hanımlar Rehberi adlı eserinin baş kısımlarındaki bir mektubunda bakınız nasıl cevaplamaktadır: “Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında, her şeyini feda edecek hakiki fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur’an-ı Hakîm’in hakikatına, değil dünya saadetimi belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki: İhlâs-ı hakikî ile Hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünkü bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için âzamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rızâ-ı İlâhi’den başka hiç bir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu. Biçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk-çocuğunun maîşet derdi için bid’alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammediyi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, âzami fedakârlık ve âzamî sebat ve metanet ve her şeyden istiğna etmek lüzumu karşısında ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki, tâ çok haramlara girmiyeyim. Ve çok vacipleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez.”

Bu ifadelerden nasıl oluyor da evlenmenin haram olduğu sonucu çıkarılıyor? Yazarın ulaştığı bu sonuç karşısında, “Bana öyle bir söz söyle ki, seni mahkum etmeyeyim” sözünü hatırlamaktan başka ne yapacak bir şey yok.

Bundan sonra “Nurculuğun Fethullah Gülen Dönemi” ele alınmış. Nurculuğun böyle bir dönemi olup olmadığı hususu müstakil olarak incelenmeye değer bir konu olduğundan bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Fethullah Gülen ile ilgili yorumların da cevabını halen hayatta olduğundan kendisi verebilir. Onun cevap hakkını ihlal etmemek için bu konuya girmeyi doğru bulmuyoruz.

Kitapçığın son sayfasında, ne anlama geldiği pek açık olmayan bir ifade var: “Nursi’nin başlattığı akım, çok değişik yönlerde ve yerlerde gelişmiş; dünyanın en güzel çiçeğini yetiştirmek umuduyla da olsa, onun ektiği tohumlardan acayip bir bitki ortaya çıkmıştır.” (s. 93) Halbuki Said Nursi’nin “Sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 75) sözü gerçekleşmiştir. İnsaflı her nazar bunu görebilir.

Said Nursi, “karşısındaki imansızlık yangını içinde alev alev yanan milletinin imdadına koşan bir insandır.” Böyle bir yangını söndürmeye koşarken, kendisini kösteklemek isteyen herhangi bir kimseye ayağının takılmasını mesele yapmamakta ve şöyle demektedir: “O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!” (Tarihçe-i Hayat, s. 15) Said Nursi’nin sahip olduğu hamiyetin büyüklüğü bazı kesimlerce anlaşılmadığı için, o ve davası zaman zaman asılsız suçlamalara maruz kalmaktadır. Risale-i Nur’un bakış açısı anlaşıldığında mesele kalmayacaktır. Lakin belli bir ideolojiyi her ne pahasına olursa olsun savunma ihtiyacı, her şeyi baştan yok etmektedir. Belli bir ideolojiye bağlanarak Said Nursi’yi anlamak elbette zor ve hatta imkansızdır. Işıklı ve kitapçığının Said Nursi ve Risale-i Nurla ilgili tespitleri hakkındaki son değerlendirmemizi, yazarın Ziya Paşadan aktardığı bir sözle bitirelim: “Bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

Not: Alıntılarda adı geçen Risalelerin Yeni Asya Neşriyat tarafından yapılan baskıları esas alınmıştır.

Author


Avatar