Mana-i Harfi

Kuantum Estetiği

Varlığa getirdiği yeni bakış açısı ile daha önce sarsılmaz olarak kabul ettiğimiz pek çok hakikati derinden sarsan kuantum fiziği, artık hayatın her alanında —sosyal alandan estetik felsefesine kadar— pek çok anlayışımızı değiştirdi. Bu anlamda çok faklı ve bir o kadar da güzel ve ilginç bakış açıları, varlığı ve hayatı yeniden sorguluyor. Alemi ve insanı hakiki gerçeklik konumuna oturtmaya çalışıyor. Belirli alanlarla sınırlanmış varlık ve eşyanın hakikati anlayışını kâinatın geneline ve ötesine taşıyor. Önümüzdeki on veya yirmi yıl içinde insanlık aleminin tümünde varlık ve benlik anlayışı çok köklü değişimlere maruz kalacağının ipuçlarını veriyor. Bu yeni anlayış Kur’an hakikatlerine daha açık olacak ve eşyanın bütününü kuşatan hakikatleri daha anlaşılabilir hale getirecek gibi. Bu anlayışın estetik boyutuna Hüseyin Bayçöl kuşatıcı ve bütüncül bakan çok güzel bir bakış sergilemiş. Bizlerin idrakleri ile bütünleştirmek ve okuyucularımızın güzel ruhlarından yansıması ile güzelleştirmek istiyoruz: “Estetik, dokunulabilen bilginin dışında sezgisel bir bilgiyi bulma çabasıdır denilebilir. Değişik bir ifadeyle, ‘beş duyucu mantığın’ giremediği alanları anlama ve yorumlama mantığıdır, estetik. Bir yönüyle güzelliğin kendisinden ziyade, güzeli bulma çabasıdır, o. Başlangıcı ilk insanın var oluşuna dayanan bu alan, bir form olarak ilk önce Babil, Mısır, Çin ve Hindistan’daki köleci toplum dönemlerinde doğdu. Sokrates’in, ‘sanat taklittir’ önermesiyle de felsefenin önemli konularından biri haline gelen estetik, Platon’un ona getirdiği idealist bakışla, asırlarca sürecek ikili bir yorum arasında değişik yüklemelerle, gidip geldi. Bu yönüyle denebilir ki, estetiğin tarihi, (her ne kadar materyalizm kutsalı inkâr edip onun yerine insanı kutsallaştırarak ayrı bir idealizm ortaya koysa da…) materyalizmle idealizm arasındaki mücadelenin ve her iki uç arasında gidip gelmelerin tarihidir.

“Bu tarih, her şeyde olduğu gibi estetikte de belli bir konumlandırmaya paralel ‘indirgeyiciliğin’ tarihiydi. Sokrat ve Platon’dan bu yana ‘artistik’ olana, ya idealist ya da materyalist gözle bakılması, adeta bir mecburiyetmiş gibi anlaşıldı. Newton’un ‘Yerçekimi Kanunu’nu keşfetmesiyle artık ‘siyah beyazcı varlık tasavvuru’ birtakım temellendirmelerini de yapınca, estetik olana karşı iki yerden birisinde durmanın gerekliliği de genel geçer doğruymuş gibi kendisini yeniden dayattı. Dayatmaların en belirgin özelliği de nesnelerin tek başına anlamlı (…dolayısıyla estetik) olabileceği önermesini arkasına almasıydı. Halbuki varlık, bir bütündü; dolayısıyla onu yorumlamaya çalışan felsefe ve onu sezdirmeye çalışan sanat da bütünsel olmalıydı.

“Bütünü, yorumlarken klasik fizik, nesneleri tek başına anlaşılabilir mutlak bir değer olarak algılıyordu. Ama Kuantum bize gösterdi ki ‘şeyler’ tek başına net bir anlama sahip değildir; ayrıca gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti, kaçınılmaz bir şekilde, birtakım ilişkilere girerek birbirlerini var eder ve böylelikle birbirleriyle bir bütünlük oluştururlar. Schrödinger’in Kedisi’nde de gösterildiği üzere, varlığın üstüne çıkmayana kadar onu siyah veya beyaz şeklinde anlamlandırmak da mümkün değildi. Olabilecek olan, ancak eşya ile birtakım enstrümanlarla ilişkiye girerek … onu sezgisel bir duruşla anlamlandırmaktı. Çünkü moderniteyi ilkin kurup sonra da onun iflasını sunan bilimin de ispatladığı üzere, bilimsel (hatta seküler…) bir gözle bakıldığında, evrende ciddi bir belirsizlik vardı. Bunu söyleyen, çıkış kaynağı modern bilim olmasına rağmen mistik bir gelecek vaat eden, Kuantum’du. İşte sanatın misyonu, bu tam belirlenememiş varlığa karşı bireye, en başta ontolojik anlamda olmak üzere, bütünsel ve dengeli bir tasavvur geliştirebileceği bir zemin sunmaktı. Estetik olana bakış ve estetik olandan beklenilen de bu olsa gerekti.

“Bu sezgisel tasavvur zemini sunulamadığındandır ki insanlık, özellikle modern zamanlarda olmak üzere, hep bir kısır döngü yaşayageldi. Mesela, modern zamanlarda kentler, kültürler ve plastik unsurlar –ki, özellikle kültür endüstrileri tarafından dayatılan–hepsi fonksiyonel bir amaçla tasarlandı. Bu, belki ilk başta cazip görünüyor olabilirdi; ama insanın estetik sezişi, estetik beklentisi nihayetinde de bizzat varlığı, işin içinde olmadığı için hem üretilen olgu ruhsuz oluyordu hem de insanı önce üretilen fonksiyonel nesneye sonra da kendisine yabancılaştırıyordu. Fakat Kuantum’un bize vaat ettiği (hem kaotik hem de bütünsel anlamda bakıldığında mutlak anlamda kozmik…) bir varlık ve onunla ontolojik temellendirmelerini hallederek ‘bütünselleşmiş’, ‘dengeli’ bir insan modeliydi ve bu insan, ne kentle ne kültürle ne de kendisiyle problemli değildi/olmayacaktı. Çünkü en başta evren olmak üzere her şeyin, kendisiyle var olduğuna ve kendisinin de bir çakıl taşı dahil her şeyle birlikte var olabileceğine inanıyordu, o insan. Bu duruştan hareketle de her varlıktan (her insandan…) bir şeyler aldığı gibi ilişkiye girdiği istisnasız her varlığa da (tabii her insana da…) kendisinden bir şeyler katıyordu/katacaktı. Ontolojik anlamda bütünselci bakış geçerli olduğu gibi sosyolojik anlamda da aynı bakış geçerliydi. Yani Güney Afrikalının yaşamı, kelebek teorisine göre, bir Eskimo’nun yaşamıyla iç içeydi. Sanatın asıl misyonu da böyle bir tasavvuru, iyice yerleştirmek ve ‘kendi farkındalığının farkında olan’ ama başkasına olan kozmik bağlılığını da bilip bunun için başkasının farklılığına sahip çıkacak, bireylere zemin teşkil etmekti. Öbür türlüsü Jean Jacques Rousseau’nun bir yerde dediği gibi ‘her şeyin saçma olduğu ama herkesin bu saçmalıklara artık alışmış olmalarından dolayı, hiç kimsenin hiçbir şeye şaşırmadığı…’ tepkisiz, duyarsız adeta kolonileşmiş bir insan, bir toplum ve bir medeniyet demekti.

“İnsanlık, açıkçası, bu gününe biraz Rousseau’nun dediği şekilde geldi ve geldiği yer, görüldüğü üzere problemli. Estetik olana bakışın yansımaları da ne yazık ki bu medeniyet tarihinin kronolojisinden pek de bağımsız değildi. Fakat gelinen noktada, Kuantum’un bize vaat ettiği “hem hem’ci bir varlık tasavvuru” estetik felsefesini de sil baştan gözden geçirmemizi kaçınılmaz kılıyor.

“Evet, nasıl ki, Newton’un determinizmi, materyalizme temel dayanak olduysa Kuantum fiziğinin temel ilkeleriyle de her türlü determinizm çürütülmüş, mantık değişmiş ve artık bir ‘fuzzy think’ten söz edilir olmuştur. Artık bu “puslu” varlık tasavvurunda, olguların varlıkları, doğrulukları, hakikatlilikleri, yani her şey, bir derece meselesidir. Mesela estetik ise ne kadar estetik; doğru ise ne kadar doğru? Kuantum, bu sorulara verilecek cevaplar dolayımında, ciddi anlamda değişik bir gelecek vaat ediyorsa, artık mantığın bir alt dalı olan estetik mantık ve dolayısıyla sanat üzerine yapılan felsefeler de yeniden sorgulanmalıydı. Gelecek, böyle bir sorgulamayı (ve tabii sorgulamaya paralel yaşamda, mimaride, kültürde, edebiyatta, tiyatroda… olacak olan değişimi) kaçınılmaz gösteriyor. Hatta, mesela Matrix filmini Kuantum estetiğinin sinemadaki ilk türü olarak yorumlayanları dikkate alırsak, yepyeni bir estetik tasavvuru.

“Yukarıda da vurguladığımız üzere Kuantum’un temel ilkelerinden biri, unsurların ilişkiye girerek birbirlerini var ettikleri ilkesiydi. Basit bir örnekle, kılıç yapan bir demirci ustası, işini yaparken hem bildik bir kılıç imajının devamlılığını sağlıyor, hem kafasındaki kılıç imajını, estetik bir form içinde günyüzüne çıkarıyor, hem de kılıcı yaparken onu işleyen bir ustanın varlığına dair izler yükleyerek, böylelikle demirci ustasını var ediyor. Yani demirci ustası eylemini yaparken hem ustayı, hem kılıcı, hem kılıç imajını, hem de usta imgesinin yaratılışında/yaratılışına bir devamlılık sağlıyordu. Aynı kurgu insan–eşya ilişkisinde de geçerli olduğundandır ki, Kur’an, Rum Suresi ayet 27’de ‘Yaratmayı ilkin yapan O’dur.’ diyordu. Ve bu yüzdendir ki, Muhammed İkbal de Allah’ı ‘mutlak ben’ insanı da ‘cüz’i ben’ olarak ele alıp; eşyanın kaderini de ‘Allah ile insanın birlikte oluşturduğu tarihsel bir yürüyüş’ şeklinden algılıyordu. Ve yine bu yüzdendir ki, Bediüzzaman Said Nursi, insan benliğini Allah’tan bağımsız olmayan (hatta öyle bir bağımlılık ki, nerdeyse yok derecesinde…) bir kıyas mekanizması (dolayısıyla sanatçılığı da ‘Sâni’ sıfatının bir yansıması…) olarak görüyordu.”

Varlığı bu perspektiften ele aldığımızda, “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” düsturu, maddi planda ve eşyanın işleyiş prensipleri içinde daha belirginleşmiş ve daha anlaşılabilir bir konuma oturuyor. Belki de hayatı daha anlamlı ve daha yaşanılabilir hale getirmenin birinci basamağı, şu ana kadar yerleşmiş olan değer yargılarını ve eşya ile ilgili algılarımızı, şartlanmışlıklarımızdan ve peşin hükümlerimizin tümünden sıyrılmış bir şekilde tekrar anlamlandırmaya çalışmak olmalı.

Author


Avatar