Makaleler

Dikkate alınması gereken bir gerçek: Ölüm

Ölüm insanlığın dikkate alması gereken en temel gerçeklerden birisidir; yerkürenin yaşadığı her saniye içinde nebati, hayvani ve beşeri ölümler durmadan yaşanıyor. Bütün bu olaylar, ölümün her insan için var olduğu hakikatini, unutan beşeri hafızalara yeniden hatırlatıyor. Uzun yıllarını ölüm araştırmalarına ayıran Vincent Thomas, aynı hakikati şöyle ifade eder: “İçimizden her biri bir gün ölmek zorunda olduğunu biliyor; fakat, kimse buna gerçekten inanmıyor. Ve yine de, ölümden daha gerçek, daha evrensel ve daha kaçınılmaz bir şey yok.” Hiçbir yaratılmışın, ölüm kanununu tersine çevirmeye gücünün yetmemesi, ölümün, üzerinde hiçbir tereddüt olmayan bir gerçeklik olarak ele alınması gereğini ortaya çıkarıyor. Anaxagoras’a oğlunun öldüğü bildirildiğinde, “ölümlü birini dünyaya getirdiğimi biliyordum, zaten” (Walter Kranz, Antik Felsefe, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1994) derken vurguladığı ölüm olayı, hiç tereddüt kabul etmeyen bir gerçekliktir.

Ölümün bu dehşetli gerçekliği, akıl sahibi fertleri ölümü düşünmeye ve kendilerini sorgulama çabasına itmiştir. Varlık nedir? Niçin var olmuştur? Hiçbir iradî gücüm olmadığı halde, ben niçin doğdum ve niçin ölüyorum? gibi sorular ölümün hayatta “dikkate alınması gereken bir gerçek” olduğunu hatırlatır. İnsan, hayatını ölüm gerçeğini dikkate alarak konumlandırır. Arthur Schhopenhauer’un, “İrade ve Tasarım Olarak Dünya” adlı eserinde “Yaşamamız sonsuz ve acısız olsaydı, kimse de kalkıp dünya niçin vardır ve neden böylesi bir tabiata sahiptir diye sormayacaktı.” diyerek, insanı varlığın anlamını sorgulamaya götürdüğü için, ölüm fikrinin öneminin altını çizmesi, aynı gerçeğin ifadesidir.

Bediüzzaman, bu gerçeğin mantıki olarak dikkate alınması ve hayat anlayışlarının bu gerçek üzerine bina edilmesi gerektiğini savunur. Bu konuda ya ölüme çare bulunması gerektiğini, ya da ölümü dikkate almak zorunluluğu bulunduğunu tespit eder. Üçüncü bir yol yoktur. Ölüme çare bulunamadığına göre, bu gerçeği dikkate alarak hareket etmek gerekmektedir. “Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette, bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.” (Asa-yı Musa, s. 14) diyerek insanın tabiatı itibariyle ölümü dikkate almak zorunda olduğunu vurgular.

Ölümün hayatı ve varlığı sorgulamaya dönük yönü, hayat kurgusunun temelini oluşturur. Bu açıdan bütün felsefi görüşler, ölüm gerçeğiyle ilgilenir ve yorum getirirler; ölümü yorumlamadan bir felsefi anlayış inşa etmenin anlamı da yoktur. Hayat kurgusunun ölüm yorumuyla ilişkisi, dini anlayışlarda da vardır. İslâm düşüncesinde ölümün sürekli hatırlanması, ihlâsı kazanmanın (her şeyi Allah rızası için yapmak) bir yolu olarak görülmüştür. Hz. Peygamber, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü zikrediniz.” (Tirmizi, Zuhd, 4) buyurur. Çeşitli İslami ekoller bu hakikati yaşamak için, çeşitli düşünme ve yaşama biçimleri kurgulamışlardır.

Ehl-i tarikat, ölümü hatırlamak için kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül ederek, yıkanıp kabre konuyor gibi “farazi ve hayali” pratikler ile ölümü hatırlama yoluna gitmişlerdir. Çeşitli tasavvuf erbabının mezarı hatırlatan çilehanelerde hayatlarını geçirmeleri böyle bir yaklaşımdan kaynaklanır. Bediüzzaman, bu yöntemin hakikat mesleği olan Risâle-i Nur’a uymayacağını belirtir. Geleceği bu zamana getirmek yerine, “hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmak” gerektiğini belirtir. İnsan ölüm hakikatini algılayarak hayatını ona göre şekillendirmesi gerekir. “Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.” Risâle-i Nur, fikren ölümü algılamayı önermektedir. Bu algılama sonucunda insanlar, varlığı da ölümü de Yaratanın bilincine ulaşacaklardır.

Yaratıcının emirlerine uygun hareket ederek, hayatlarını Yaratıcının emrettiği tarzda yaşayarak (ihlâs-ı etemm) iyi bir kul olacaklardır. Bunu anlayabilmek için de hayatı da ölümü de yaratanın Hayy-ı Kayyum olduğunu bilmek gerekmektedir.

Esasen varlığı ve ölümü yaratanın aynı zat olduğunu düşünmek, varlığın hakikatini idrak etmek demektir. Hayatı yaratan ölümü de yaratmaktadır. Yağmurun yağması, yaprağın düşmesi, çocuğun doğması ne ise -yaratılma açısından- ölüm de odur. Kâinatta mahlukat, Yaratıcının hikmetiyle, “doğma, büyüme ve ölme” şeklinde yaratılıyorlar. Bu durum Yaratıcının, mahlukat için koyduğu bir kanunudur. Kâinat durağan değil, seyyaredir. “Mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.” (Mektubat, s. 233) “Zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelal her sene bir başka alemi ona takıp gösteriyor.” Yaratılmışlar “âlem-i gayb”dan gelerek “alem-i şehadete” bir süre uğradıktan sonra yeniden “alem-i gayb”a gidiyorlar. Gayb alemine dair bilgilerimizin kaynağını, Yaratıcının mesajı olan kutsal kitaplar ve onun yorumlayıcıları olan Yaratıcının elçileri/peygamberlerdir. Yaratıcı mahlukata, önce hayat verip görevlendiriyor, daha sonra da hikmetiyle mevte mazhar ediyor. Kudret dairesinden ilim dairesine geçiriyor.

Yaratılmışları kâinatta “belli bir süre” tutarak daha sonra alem-i gayba alan Yaratıcı, mahlukatın seyelanını “zaman”la sağlamıştır. Cism-i maddi/fizik alem, zamanla mukayyed kılınmıştır. Zamanın her anı yeni bir “yaratılma/kün/ol emri” demektir. Mahlukat Hayy-ı Kayyum’un varlığı ile mukayyettir; varlık Onun ile kaimdir. Yaratılmışları bir an bile Fatır-ı Hakim’in yaratmasından ayrı düşünmek mümkün değildir.

Bediüzzaman, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, “Zaman dediğimiz Kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi, Levh-i Mahv İsbat’taki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir.” (Mektubat, s. 41) demektedir. Mahlukat, Yaratıcının ilim irade ve kudretiyle yaratması neticesinde “mahv” veya “isbat” oluyor: Doğuyor, ölüyor; yağmur yağıyor, güneş açıyor; tohum çürüyor, fidan filizleniyor. Başka bir deyişle, Yaratıcı zaman sahifesi ve mürekkebiyle, kudretinin mahlukat üzerinde tecelli etmesini sağlıyor.

Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür. İki anlam kümesi belirlenebilir. Bunlardan birisi Yaratıcıya ait olan anlam kümesidir; burada Yaratıcının özellikleri söz konusudur. Doğma, büyüme, ölme gibi zamana bağlı oluşlar onun için geçerli değildir; Yaratıcı ezeli ve ebedidir. İkincisi yaratılmışlara ait bir anlam kümesidir ki, burada zaman, mekan gibi kısıtlayıcı kayıtlar yaratılmışları sınırlandırmaktadır. Birçok felsefe ekolünde de bu hakikate yaklaşan görüşler dikkat çekmektedir. Birkaç felsefe anlayışı dışında bütün Antikçağ, ondan etkilenen Skolastik Felsefe ve Yeniçağın pek çok düşünürü Asıl olanı ya da Varlık’ı ya da Töz’ü, ya da Hakikat’i hep zamana aşkın olarak ele almışlardır. Örneğin Yeniçağın önemli filozofu Spinoza, Varlık ve Tanrı’yı aynı bağlamda sonsuz; öncesiz, sonrasız ve mutlak özgün olarak düşünmüştür.

Ölümle ilgili söylenmesi gereken önemli bir noktada insanın tabiatında var olan ebediyet duygusudur. Hemen her canlının varlığında dercedilen önemli bir özelliktir, bu. Her canlı ebedi yaşamak ister. Birçok beşeri inanışlarda bir şekilde ebediyet teması taşıyan motifler görülmektedir. Bu tür inançlar, kaynağını insan tabiatında var olan ebediyet arzusundan alıyor; vahyi bulamamış/inanmamış bu kesimlerin, ruhun çeşitli biçimlerde yaşadığını tasavvur etmeleri, böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Ruhun ölümden sonra başka bedenlerde yaşadığına dair yanılma (reankernasyon) bunun bir örneğidir. Hatta tıbbın imkanlarıyla bir gün ölüme çare bulunabileceğini düşünen insanlar vardır. Averi Gates’in belirttiği gibi, “Pek çok erkek ve kadının en çok istediği şey, sonsuz yaşamdır. Eğer sonsuza dek yaşama ayrıcalığı pazarlanabilir bir şey olsaydı, insanlığa sunulan şeyler arasında en çok satan o olurdu.”

Vincent Thomas’da ölüm gerçeğini kabul ederken bir gün ölüme çare bulunabileceği ümidini şu sözleriyle korur: Bilimin bir gün bir son vereceği düşünülse bile, bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde, ölüm önüne geçilemez bir yasa olarak, türün, doğanın, hayatın kendinde olan bir zorunluluk olarak görünüyor. (Thomas, Louis-Vincent, (1991), Ölüm, İstanbul, İletişim, s. 42) Thomas’la aynı kanaatleri paylaşarak bir gün tıbbın imkanlarıyla ölüme çare bulunabileceğini düşünenler, Amerika’da çeşitli organizasyonlar içine girmişlerdir. 10 Şubat 2001 tarihli Sabah gazetesinde yer alan bir habere göre, Amerika’da şu ana kadar 90 kişi ölüme çare bulunduğunda diriltilmek üzere dondurularak depolara konuldu. Yüzlercesi de öldükten sonra dondurulmak için şimdiden sıraya girdi.

Ölüme henüz çare bulunamadı ama, Amerika’da 90 kişi bilimin ileride bir çare bulacağı inancıyla tekrar diriltilmek için kendilerini dondurdular. Bu iş için kurulan özel enstitülerde saklanan bu 90 kişi, bilim ölüme çare bulduğu zaman yeniden diriltilerek hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeyi bekliyorlar. Bu işi karşılığı olarak insanlar ilgili şirketlere 28 bin Amerikan doları bedel ödemektedirler. Bu işlemleri yapan şirketlerin en tanınmışlarından biri, Michigan eyaletinin Clinton Tonwship kentindeki Cyronics enstitüsü. Cyronics enstitüsü, 1940’lı yıllardan beri, insan hayatını uzatmak için çalışmalarda bulunan David Ettinger tarafından kuruldu. 1962 yılında “Ölümsüzlük Umudu” adlı bir kitap yazan Ettinger, 1967 yılında Cyronics Derneğini kurduktan sonra 1976’de Cyronics Enstitüsü’nü kurdu. Enstitü, ilk hastasını 1977’de dondurdu. Şu anda 37 insan, 10 kedi ve 6 köpek yeniden hayata dönmeyi bekliyor. Şirketin halen yaşayan 310 üyesi var. Bu kişiler de öldüktün sonra dondurularak diğer cesetlerin yanına konulacaklar. Enstitünün son “hastası” ise 3 gün önce kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden 90 yaşındaki bir kadındı.

Bütün bu çabalar insandaki güçlü bir duygu olan ebediyet arzusundan kaynaklanıyor. Halbuki hayatı da ölümü de veren Zat-ı Vacibü’l-Vücud’a güvenen için endişe edilecek bir durum yoktur.

Author


Avatar